Wednesday, March 28, 2007

ÇALIŞMA ODASI

Ben bu “Şehr-i İstanbul”a göçeli iki yıl dolmak üzere.
Turkuazın büyülü şenliğine deniz yürekli, avuçları sulardan bir kadın çağırdı beni; hiç düşünmeden kalktım geldim doğup da altmış yaşına kadar büyüdüğüm çorağın başkentinden.

Derviş çehreli, hırkasının ceplerinden kurumuş güz yapraklarını hiç düşürmeyen, sabahlarını kehribarların damarlarından, gün batımlarını al yakutların özünden emzirmiş bir kenttir;
“Ankara, Ankara
Güzel Ankara”.
Bozkırın bu içine kapanık, mütevazi karargahı, iman ettiği ‘Cumhuriyet’i ona el veren Ata’sından devr almıştır.
Bundan mıdır bilinmez, her sabah uyandığında yüzünü Anıttepe’de yıkar-yunar, teşekkürlerini sunar Sevgili Ata’sına...

Deniz kokan kıyılarda doğan insanların sevmedikleri, benimseyemedikleri, nefes alamayıp, boğulmuş gibi hissettikleri bir belde olagelmiştir.
Bu insanlar, genizlerinde deniz tuzunun keskin tadıyla, bir süre yaşamaya mecbur kaldıkları Ankara’da, ait oldukları denize duydukları özlemi:
“Ankara’nın en güzel yanı, İstanbul’a geri dönmektir” diyerek dile getirmişlerdir.
İstanbul’da bir Ankara’lı göçmen olarak yaşamaya başladığım o ilk günlerde, uzun yıllar İstanbul’da yaşamış Balıkesir’li bir başka göçmen bile bana, “Ankara’lı olmak tedavi edilmez bir hastalıktır” demiş, yaşadığı bu güzel kente borçlu olduğu hayranlığını veciz bir biçimde dillendirmişti.
Hiç de haksız sayılmaz bu değerli İstanbul hayranları:
Su hayatın ta kendisidir ve insanın yücelen yolculuğı suda başlamıştır.
İnsanlık tarihi, topraklar ve denizlerin öyküleri üzerine yazılmış çizilmiştir.

Ne var ki denizlerden uzaklarda uyuyup/uyanan bir kent, düşlerinde denizi görmez de değildir.
Derin bir deniz özlemi içinde yaşayan bozkırlı insanlar, denizin yakamozlu büyüsünü, deniz sevgilerini bileyerek keskinleştirirler.
Ankara’da son yirmi-otuz yıl boyunca, kentin çevresinde sabır ve özenle, fidanları bizzat Ankara’lılar tarafından tek-tek dikilerek gövertilen ormanların, deniz hasretinden kaynaklandığını çok kere düşündüğüm olmuştur.

İstanbul’a taşındıktan sonra, kenti tanımak, daha derin boyutlarda anlamak, bilmek için, doğma-büyüme İstanbul’lularla yaptığım söyleşilerde, sohbet, adet üzere Ankara’nın ne kadar yaşanılmaz, çorak, devinimsiz, denizsiz, kasaba kılıklı bir kent olduğundan ayaklanıyor; İstanbul’un ise ne denli görkemli bir cennet olduğu ile noktalanıyordu.
Öte yandan, söyleştiğim bu doğma-büyüme İstanbul sakinleri, birbirlerini tanımamalarına rağmen, sanki sözleşmişcesine, cennet kentlerini bozkırlı Ankara’lıların, kendilerinden daha çok, yerli yerinde, keyifler alıp, coşkular üretetek, sevinçlerle, tadına vararak yaşadıklarını itiraf ettiler.
Saptamaları ne kadar doğrudur, değildir bilemiyorum; sadece onların yalancısıyım.
Ne var ki, bu cennet kenti, tüm karmaşasına rağmen, bir Ankara’lı göçmen olarak, aynen onların tanımladığı gibi yaşadığımı söyleyebilirim.

Bu bitmez tükenmez İstanbul/Ankara çekişmesinin pehlivan tefrikalarını başka yazılara bırakarak, değerli yazar Adalet Ağaoğlu’nun Ankara üzerine yaptığı enfes bir değerlendirmeyi anımsıyorum.
Sanırım bir TV.programında kendisinden duymuştum; düşüncesini bir fıkra anlatıyormuşcasına, afacan bir tebessümle aktarmıştı.
Romanlarını ve oyunlarını uzunca yıllar yaşadığı Ankara’da yazan Ağaoğlu’na, İstanbul’lu dostları sıkca soruyorlarmış:
“Ne işin var senin bu çorakta, ne buluyorsun bu garip kentte, neden göçmüyorsun İstanbul’a !?..” diye.
Hazırcevap yazar, bu soru kendisine her yöneltildiğinde kısaca:
“Çünkü Ankara, huzurlu ve büyük bir çalışma odasısıdır...” yanıtını vermiş.

Ömrümün uzunca bir bölümünde, bana ait olan bir çalışma odasına sahip olamadım.
Çocukluk yıllarımda derslerime sofra toplandıktan sonra boşalan yemek masasının bir köşesinde çalışır, ödevlerimi yazar, temize çekerdim...
Meslek sahibi olduktan ve kızım dünyaya geldikten sonra, salonun bir köşesine yerleştirdiğim çalışma masama terfi ettim.
Sonra herkes ayrıldı yanımdan, biryerlere dağıldı...
Yaşadığım evde bir dolu bomboş odayla başbaşa kaldım...
İnsan sesinden boşalmış odaların orta yerinde, şaşkın kararsız, birinden diğerine girer-çıkar olmuştum.

Yaşadığım Apartmanın yerinde, elli küsur yıl önce, odalarından birinde doğduğum, büyükçe bir bahçenin ortasına kondurulmuş bir bağ evi vardı.
Zamanının modasına uyularak, bu evin yerine yapılan apartmanda yaşadığım daire o eski evin arka bahçesine bakmaktaydı.
Çocukluğumun arka bahçesi, onca yıla rağmen, ufak-tefek bir kaç değişiklikle, bana göz kırpar, gülümserdi, dört mevsim uyandığım her sabah.
Bahçeye bakan pencerelerin önünde durur, dikilir, çocukluğuma ve aynı bahçede büyüyen kızımın çocukluğuna dalar bakardım.
Boşalan odalardan ikisinin pencereleri bu bahçeye açılmaktaydı.
Bu odalardan büyükçe olanı, benden önce İstanbul’a göçen kızımın odasıydı.
Avuç içi kadar minicik olanında ise yürüyemez hale geldiği için İstanbul’da bir bakımevine yerleştirdiğimiz annemin odası idi.
Ben içinde zor kıpırdanır olduğum annemin odasını seçtim.
Küçük yazı masamı, radyomu, bilgisayarımı ve her an elimin altında olmasını istediğim kitaplarımı yeni çalışma odama taşıyıp yerleştirdim.

Ve de birden yepyeni bir dönem başlayıverdi hayatımda.
Odamdan kahve yapmak, bir-iki lokma birşeyler yemek ve uyumaya gitmenin dışında hiç çıkmıyordum.
Durmadan kendi kendine mırıldanan radyomun sesinden, onları beslemem için arada-derede penceremin pervazına uğrayan karı-koca bir çift güvercinimin kanatlarının çırpınışından, yağmur tıpırtılarından, panjurlarda ıslık çalan rüzgardan, aç kaldıkça bahçeye gelip, kapafalarını pencereme dikerek ciyaklayan sokak kedilerimin uyarılarından başka hiç bir şey duymadan uzun yıllar bu odada, kitaplarım, kurşun kalemlerim ve not defterlerimle başbaşa yaşadım.



Sabahı ile kucaklaşamayan uzun sürmüş bir gecenin uykusuz inzivası idi o günler ve ömrümün tamı tamına yedi yılını kapladı.
Çalışma odamın fındık içi kadar hacminde kendimi güvende, tutarlı, korunaklı, uzak ama anlamlı ve mutlu hissediyordum. Çok üşümüş, yıpranmış, eprimeye başlayan canımı, ıssız sıcağında dinlendirip onaran bir rahmin içindeydim sanki...
Sessizliğimi emziriyordum...


Ruhumun karyokinez bir üremeyle genleştiğine tanık olduğum kesintisiz bir geceyi yaşıyor gibiydim.
Ara vermeden okuyor, algıladığım her satırla üzerime çullanan hiç tanımadığım çağırışımları defterlerime not ediyor, bu beklenmedik yüzleşmeleri başımı kaldırır kaldırmaz görebileceğim bir yerlere iğneliyor, derinliklerimi tırmalayıp kanatana dek esrimiş dervişler gibi yazıyor, düşünüyor, yazıyordum.



Kendimden yıkanarak, arınıyor gibiydim.
Vazgeçtiklerimle çoğalıp, red ederek kanatlanıyor, bağışladıkça değişimlere uğrayarak yenilendiğimi hissediyordum.
Varoluşumun aidiyetlerini, ne/denleri, ne/içinleri, nasıllarıyla, yalnızca tasavvufun sözlüklerini kullanarak, sil/baştan okumaya, öğrenmeye ve benliğime nakşetmeye başlamıştım.
Ummana ulaşıp-karışmak için yatağını arayan deli sular gibiydim.
Çalışma odamın hareketlerimi sınırlayan huzurunda, zihnimin zaptedilmez çırpınışları uysallaşıyor, evcilleşiyordu.
Bir yanımı terk ederken, diğer yanıma terk olduğum mucizevi bir süreçti o günler.
Bir kapıyı arkasından kapayıp, hemen karşımda beliriveren kapıları açarak yürüyor, ilerliyordum.



İstanbul’a göçtükten sonra, yaşamaya devam ettiğim evin çatı katındaki bir odayı çalışma odamız olark seçtim.
Tarabyalı bu oda da avuç içim kadar küçücük.
Ama, Ankara’daki çalışma odamdan dört parmak daha büyük olan bu odanın, evimizin terasına açılan bir kapısı var.
Hangi mevsimde olursak olalım, sabah uyanır uyanmaz ilk işim, bu kapıyı açıp, terasa çıkarak başlayan güne teşekkür etmek oluyor.
İster yağmur yağsın, ister kemiklerime işleyen nemli soğuk poyrazlar essin, orada duruyor, ilerlerde kıpırdanan denize merhaba diyorum.


5 comments:

Elif İzbırak Yavuz said...

Sevgili Baba'cığım,
Bir bahçe, bir masa, öğleden sonra aniden bastıran bir kırkikindi, temmuz ortasında dehşetengiz bir günbatımı, kuruyan otların kokusu, kitapçılar, insancıklar, memurcuklar, mahalle arasındaki okullar, komşular, parklar, kuşlar, kavaklar, kuru sıcak, keskin ayaz ... bunlar bir şehri çok zengin kılabiliyor içinde yaşayana. Herkese kendi arka bahçesi eşsiz geliyor elbette.
İnsan göçmenliğinden sıyrılamıyor sanırım.
Acaba nereye gidersen git gece pencereyi açtığında bahar sulu bir can erik ısırmışcasına yüzüne çarpar mı insanın?

Anonymous said...

Canım,
Deniz yürekli,avuçlari sulardan bir kadın çağırdı beni İstanbul'a diyorsun.
Sen oradaysan, ben de yapabilirim Ankara'da gibi geliyordu. Ancak içinden deniz geçen ve suyu damarlarında dolastiran bu şehirden ayrıldığımda, can suyumun çekileceğini ve yaşam enerjimin yitip gideceğini düşünüp,herşeyi ters yüz edip, Sen geldin.
Biz,daha önce yalnizlığında yaşarken yapmış olduğun gibi “Bir kapıyı arkasından kapayıp, karşımızda hemen beliriveren kapıları açarak” birlikte yürüyor ve ilerlediğimiz yolu da çok iyi biliyoruz.
İstanbul,onun dilini öğrenmeye ve anlamaya çalışan,ona değer veren,onu koklayip içine çeken, her zerresiyle hisseden, böylesi duygulu ve az rastlanacak kadar değerli olanı saracak,bağrına basacak ve kulağına “Ne iyi ettin ,iyi ki geldin be Dost! Hayatıma katıllmandan çok mutluyum” diyerek fısıldayacak,yanaklarına deniz sularından binlerce küçük öpücükler konduracak...
Tülin

Anonymous said...

"Turkuazın büyülü şenliğine deniz yürekli, avuçları sulardan bir kadın çağırdı beni..."

Beni de en çok etkileyen cümlelerden biri olduğunu söylemeliyim... Turkuazın en sevdiği renk olduğunu, yüreğinin denizlerde olduğunu içten içe beni çağırdığını ve evimizin terasına açılan bir kapısı olan çalışma odamdan da söz etmeliyim...

Okudum, hissettim ve belkide paralize bir etkiyle kendimi buldum bu yazınızda...iginç..

Kaleminize yüreğinize sağlık Alpay abi :)

Kutay

Unknown said...

sizi ankadaran alana sehir degil zehr-i istanbul demek istiyorum. size konstantinos kavafis'in de bir kac sozu varmis:

dedin "bir başka ülkeye, bir başka denize gideceğim.
bundan daha iyi başka br kent bulunur elbet.
yazgıdır yakama yapışır neye kalkışsam;
ve yüreğim gömülü bir ceset sanki.
aklım daha nice kalacak bu çorak ülkede.
nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam
hayatımın kayıp yıkıntıları çıkıyor karşıma,
yıllarıma kıydığım, boşa harcadığım."

yeni ülkeler bulamayacaksin, başka denizler
bulamayacaksin.
bu kent peşini birakmayacak. ayni sokaklarda
dolaşacaksın. ayni mahallede yaşlanacaksın;
ayni evlerde kır düşecek saçlarına.
bu kenttir gidip göreceğin yer. bir başkasını umma -
bir gemi yok, bir yol yok sana.
değil mi ki, hayatına kıydın burada
bu küçücük köşede, ona kıydın demektir bütün dünyada.

:)cok mu uzerinize geldim.
vesselam insanin hayattan istedigi, huzurdan baska sey degil bence. huzurlar dilerim hocam.

Altug -cornichon-

Anonymous said...

Your blog keeps getting better and better! Your older articles are not as good as newer ones you have a lot more creativity and originality now keep it up!