Monday, December 31, 2007

* 22 *

Dün gece oyundan döndükten sonra, çıfıt çarşısına dönen beynim dağılsın diye bilgisayarın başına geçtim, bana gelen e-postalara baktım, Blog sayfamı ziyaret edenler, nerelerden gelmişler, hangi sayfalarımı izlemişler gözden geçirdim ve ayrılmış olduğum için günlerdir uğramadığım Daviantart.com’daki sayfama yollandım. İyi ki de gitmişim…

Bir de ne göreyim; genç bir gurup, artık o sitede bulunmayan varlığıma aldırmayıp, sayfamı izleme defterlerine kaydetmişler ve beni Daviantart’daki yepyeni, taptaze varlıklarından haberdar edip çalışmalarını göndermişler…
Nasıl sevindim - gönendim, kendimi kalabalık ve çok hissettim anlatamam.
Bu yeni kurulan gurubun öğretmeni, değerli Sanatçı Nur Tanrıöven’i, Daviantart ve bir başka fotoğraf sitesinde, hayranlıkla izlemekte olduğum çalışmalarından tanıyor, biliyorum…
Ama bir başka şeyi de, bunca yıl yaşadıktan sonra iyi biliyorum:
Ne eylersek eyleyelim, allı – pullu neler neler yaratırsak yaratalım, onların hiçbiri, ama hiçbiri, hayata yetişdirdiğimiz evlatlarımızdan daha değerli, güzel ve anlamlı değildir.
Şimdi bakalım kimlermiş bu evlatlar, hayata dair nasıl buğulu düşleri varmış, bu kavanoz dipli dünyayı nasıl değiştirmek, dönüştürmek arzusundalarmış, sayfalarında yayınladıkları toplu fotoğraflarından ve kendileri hakkında yazdıkları bildirimden, aynen tanıyalım, öğrenelim.

RÜŞTÜ AKIN ANADOLU MESLEK LİSESİ FOTOGRAF VE GRAFİK BÖLÜMÜ 3/E Beşiktaş Sergimiz Öğretmen: Nur Tanrıöven

“IŞIĞIMIZI YOL YAPTIK”

Bizler 25 kişiden oluşan, çevremize farklı bakmayı, anı dondurmayı, bakış açılarımızı geliştirmeyi ve gördüklerimizi geniş kitlelerle paylaşmayı amaç edinen liseli gençleriz. Mustafa Kemal Atatürk, tüm Türk Gençliği gibi, bizim de yolumuzu aydınlatan bir ışıktır. Bizler ondan aldığımız feyizle fotografın ışığını birleştirip, kendimize bir yol çizdik…

İlk sergimizi 26 Mayıs 2007 Beşiktaş Meydanı açık alan sergisi olarak düzenledik.

İfsak’ın düzenlediği ikinci sergimizde de oldukça heyecanlı, mutlu ve gururluyduk.

Çalışmalarımızı öğretmenimizle birlikte kimi zaman mutlulukla, kimi zaman aceleyle, kimi zaman aksiliklerle emek vererek oluşturduk..

Bugün burada olmamızı sağlayan ve bizlere fotoğraf sevgisini aşılayan, bizi tüm kalbiyle, tüm samimiyetiyle ve özverisiyle hep yanımızda olduğu, hak ettiğimiz değeri verdiği, bize kendi sevecenliğinden tattırdığı için TEŞEKKÜR EDERİZ...Dileriz ki o karelerin arkasında hep onun ismi olur. Çünkü bizim çektiğimiz her karenin ardında artık bir 'Nur Tanrıöven' adı zihnimizde kalacak..

Bizi kim yerleştirip bu şekilde bir bütün haline getirdi biliyoruz artık hepimiz bir karede bütün bir kompozisyon şeklinde tamamlandık… Umarız "Bizim karelerimize kendi hayal gücünüzü katarak, kendi dünyanızla birleştirirsiniz.

"Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, ışığımızı yol yapmamızda emeği geçenlere minnettarız.Teşekkürler…

Rüştü Akın Anadolu Meslek LisesiFotoğraf ve Grafik BölümüÖğrencileri..

Pınar FAZLA 1991

Gizem SÜREL 1991

Yeliz KOÇ 1991

Sevda TERZİ 1991

Ceren TOPSAKAL 1991

Demet ÖZKARTAL 1991

Beril ÇUBUK 1991

Çiğdem Suna ŞENTÜRK 1991

İkbal Merve UÇAN 1991

Funda KÖMÜR 1991

Betül ÖZÇELİK 1991

Ecem ORLAN 1991

Özge KARADİŞ 1991

Gizem TÜRKYILMAZ 1991

Emel KARADENİZ 1991

Merve Ece YILMAZ 1991

Seren ŞARAPCIOĞLU 1991

Sena SAKARYA 1991

Neslihan YUMAKLI 1991

Turgay Ozan ÇAĞATAY 1991

Zeynep İrem SÖZER 1992

Zeynep CESUR 1991

Ecem NALÇAKAR 1991

Ecehan İRİŞ 1991
Gizem BALKAN 1991

Sevgili Evlatlar;
size kendimi tanıtayım:
Ben, adı alpay izbırak olan bir garip oyuncuyum.
Tam kırk yıl oldu, adına ‘Sanat’ denilen dipsiz kuyuda debelenip duruyorum,
Fakat, aman yanlış anlaşılmasın, her on kişiden, dokuzunun kendini ‘Sanatçı’ diye adlandırdığı bu ülkede ben sadece bir oyuncuyum.
Gerçek bir sanatçı olabilmek bu dünyanın en zor, işlerinden biridir; bencileyin bir garibin ne haddine.
İşim, her gece insanlara, girintilerine hayatın gerçeklerini gizlediğim masallar anlatmak…
Başka bir deyişle bir hayal/kurucu da diyebilirsiniz bana…
Ömrümün geride kalan bir on yılında, kurduğum hayalleri genç insanlarla tartışmak ve irdelemek için, Ustanız Nur Tanrıöven gibi öğretmenlik de yaptım.
Oyunculuk hayatımın en güzel yıllarıydı onlar…
Çok hoş ve büyülü bir iştir öğretmeye kalkışmak, çünkü bir öğretmen, öğretmeye soyunduklarından daha fazlasını öğrenir, giyinir öğrencilerinden.
Nazım Hikmet Usta’nın beni büyüleyen bir saptaması vardır, diyor ki:
“Bir evlat anası-babasından daha büyük, evladından küçüktür.”
Çok doğru, yerli yerinde bir bakıştır bu…
Gençler ‘Zaman’ın doğası gereği, yaşlılardan, daha ileride, daha donanımlı bir bigi birikimine doğarlar…
Bu yüzden daha hızlı düşünür ve yaratırlar…
Yaşlılardan eksik olan yanları, deneyim dağarcıklarının az ve küçük olmasıdır sadece.
Görmüş geçirmiş ihtiyarlar, sanırım bu nedenle, gençlere deneyimlerini aktarmak, yararlandırmak adına çok konuşuyor gibi görünebilirler.
Ama ben ihtiyarlığımı öyle şeçmedim hiç, bana sorulmadığı sürece konuşan biri olmadım…
İnsanların işlerine burnumu sokmaktan hiç hoşlanmam.
Sesizce gözleyip, dinlemekten büyük bir tad alırım.
‘Yol’larımı hep böyle yürüdüm…

Görüyorum ki bir yolculuğa çıkmışsınız; kutlarım sizi, soluğunuzun uzun, birlikteliğinizden doğan gücünüzün parçalanmaz, dağılmaz olmasını dilerim.
Ama daha çok “IŞIĞINIZI” kutlamak isterim.
O ‘Işık’ kendimi bildim bileli, benim de ‘Yol’umdur…
Sizlerle minicik bir sırrımı paylaşmak istiyorum:
Oyuncular, garip takıntıları olan yaratıklardır.
Kimileri, her gece oyun başlamadan önce, yüzleri kara çıkmasın, başarıları sürsün, oynarken başlarına bir terslik gelmesin diyerek dua ederler…
Ben bunu asla yapmam, zaten dua etmesini de pek bilmem, hele hele, birilerinden bir şeyler istemeyi hiç beceremem.
Beni yaratanın, varlığıma kendi varlığından katıp armağan ettiği yaratıcı enerjiye inanır, şah damarlarımda devinen o kutsal ışıkla bütünleşirim.
Ben her gece oyun başlamadan önce sahne gerisinin en karanlık ve ıssız bir köşesine gider, gözlerden ırak kaybolur, önce bana oyuncu olma yeteneğini armağan eden ‘Evren’e; sonra da hala oynamakta olduğum sahneleri, öğrenim gördüğüm okulları, çatısının altında özgürce yaşadığım ve kendimi ifade ettiğim ülkemi bana armağan eden Mustafa Kemal Atatürk’üme bütün gönlümle teşekkür ederim.
Kemal Paşa’mın güzel yüzünü gözlerimin önüne getirir, o zarif parmaklı elini saygı ile, minnetle ile öper, başıma kor, işime başlarım.
Kırk yıldır, oynadığım her gece, hiç sektirmeden yaptım bunu…

Sevgili evlatlar;
bundan böyle takipciniz olacak ve beni heyecanlandıran çalışmalarınıza bu sayfada yer vereceğim.
Beni izlemek için gösterdiğiniz zerafete bütün gönlümle teşekkür ediyorum.
Kesişen yolları ile sürüp giden bu hayatı yürümek ne kadar güzel…
Yarın başlayacak olan 2008 Yılı sizinle daha ışıklı ve güzel olacak.
Sizler varsınız ya, ülkemin yarınlarından endişe edilecek hiç bir neden bulamıyorum…
Işıklı yolunuz açık olsun…

Sunday, December 30, 2007

* 21 *


Yeni Yıl için herhangi bir dileğim olmayacak.
Çünkü ne dilersem dileyeyim artık hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilecek kadar yaşlandım…

Gene savaşlar hiç bitmeyecek, insanlığın anayurdu olan doğa insanlar tarafından kıyasıya tahrip edilecek, en güçlü olan, ufacık çıkarları adına, hiçbir sınır tanımadan yakıp, yıkıp, ilerleyecek, ama ilerlerken, gasp edip, darp edip, kuşatıp, saldırıp, ağzından akıttığı zehirli salyalarla yürüdüğü yolları, insan kanına, hayvan kanına, yaprakların özsuyuna bulayıp, kirli emellerini, tertemiz hayatlardan teslim alırken, “ben insanlıktan, sonsuz barıştan, medeniyetten yanayım!...” nutuklarını atmaya devam edecek, gene şiştikçe kabaran, kabardıkça hayatın soluğunu boşaltan, emen, tüketen insan egosunun, fitnesi-fücuru-dedikodusu, yalanı/dolanı, riyası, dalkavukluğu, ihaneti, ikiyüzlülüğü, hayatı çıfıt çarşısına döndüren bitmez/tükenmez yargıları hiç tükenmeyecek…

Vazgeçtim artık her gelen Yeni Yıl’da birbirinden güzel dilekleri sıralayıp, asla gerçekleşmeyecek dualara “Amin” diyerek kendimi aldatmaktan.

Çünkü;
bizler idrakimizi değiştirmedikçe, hiç, ama hiçbir şey değişmeyecek.
“Ben ve Öteki” söyleminin zincirlerini kırmadığımız sürece gelen her Yeni Yıl bir öncekinin aynısı olacak.
‘Ben’ liğimizi, sevmekten ziyade korkmayı seçtiğimiz tanrı’yı bile ‘Öteki’ leştirerek yanlış bir denklemde var edip gerçekleştirmeye, çalışıyoruz.
Oysa bir Kızılderili şamanın dediği gibi “ tanrı taşta uyuyor”
Yaratılmış her zerre ‘Bir’ olan ‘Biz’ i tanımlar yalnızca…
Denklem çok açık, seçik ve yalındır:
‘Bir’ + ‘Bir’ = ‘Bir’…
Yani, tanrı bizde, biz de onda uyuruz…
‘Zaman', kol kola, iç içe ilerler yaratılmış her zerre ile, taş bize benzer, biz de taşlara benzeriz…
Ötekileştirdiğimiz her kavramı yargılar, yargıladıkça çekinir, korkarız…
Oysa ‘Evren’in yaratılış denklemi, salt ‘SEVGİ’ üzerine, karşılık beklemeden sevmek adına kuruludur.
Bunu idrak edebilseydik, bir damacana petrol uğruna, kundaklarında uyuyan bebekleri öldürmezdik.

“Karnı aç komşunun yanında tok karınla uyunmaz!...” söyleminin hala pek güncel olduğu günleri yaşamaktayız…
Birinin yüreğinden kopya çekilen bu söylem, bir gün sonra bitmek üzere olan bu yılın başında da pek günceldi…
Ama, “Haydi sana güle güle” diyeceğimiz 2007 boyunca, aç komşularımız azalacağına, sayamayacağımız (ben istatistiklerin yalancısıyım) kadar çoğaldılar…

Şu ‘An’da bizim ölçtüğümüz ‘Zaman’ 00:15’i gösteriyor ‘Biz’e iyi geceler diliyorum…

Friday, December 28, 2007

Jacques Loussier: Bach fugue No. 5 D major WTC

Dinleyin dostlar...
Bakalım beğenecek misiniz benim güzel ustamı?...

* 20 *




Dün sabah uyanır uyanmaz, Jacques Loussier nöbetim tuttu gene …
Her daim kıyıcığımda duran albümlerinden birini aldım dinlemeye başladım sevgili ihtiyarımı.
Onunla akrabalığım 1960’larda konservatuar öğrenciliğim yıllarında başlamıştı.
Pek bir Varoluşcuyduk o yıllarda, daha Marks ve Engels’le tanışmamıştık, burnumuzu Sartre ve Camus metinlerinden kaldırmıyorduk.
Deri ceketlere, kadife pantolonlara hayli düşkündük, ille de süet botlar giyiyor, kalın kemik çerçeveli gözlükler takıyorduk.
Kimilerimiz gece/gündüz güneş gözlükleri ile dolaşıyordu, Fransız filmlerinin karelerinden kopmuş, fırlamış gibi.
Sinematek’de seyrettiğimiz Avrupalı öyküler başka şeyler söylüyor, söyletiyordu.
Hele hele bizler, sanatla iştigal eden genç adamlar, kadınlar, çok farklı, afili, sürüyü terk etmiş hissediyorduk kendimizi.
’60 Anayasası’nın keyfini sürmekteydik.
Özgür, aykırı sözcükler uçuşuyordu havada…
Hiç duymadığımız tınılar…
The Swingle Singers’ı yeni keşfetmiştim, Johan Sebastian Bach’ı, ‘jazz’ın, ‘swing’ kanatları ile uçuran o mucizevi gurubu dinliyordum durmadan…
Almanya’da öğrenim görmekte olan bir arkadaşıma, neredeyse küçük bir servet ödeyerek, J.S. Bach'ı yorumladıkları Long Play’lerinden birini getirtmiştim.
Plak çok dinlenmekten çatırdayarak inliyordu, ama dinliyordum keyifle hiç bıkmadan.

Bir yaz tatiliydi.
Okul arkadaşlarım, Mehmet Keskinoğlu, Rümeysa Bozdağ (şimdi ikisi de yoklar buralarda) ve ben, hiç aklımdan çıkmayan bir İstanbul gecesinde, Komet’in evinde kafa çekip, felsefeler uçuştururken, gene The Swingle Singers dinleniyordu.
Bir ara Komet, “Beyler bunlar da güzel ama bir de Jacques Loussier dinlemeliydiniz, herif akıl almaz işler yapıyor Bach üzerine…” deyiverdi.

Bunu duydum ya, artık kim tutardı paçamdan, hemen araştırmaya başladım.
İlk öğrendiğim Loussier’nin, daha 1950’lerde, Bach’ı ‘Jazz’ca söyleyen ilklerden biri olduğu idi.
Aslında çok sıkı bir klasik müzik eğitiminden geliyordu, Fransa’nın bu disiplinde tanınmış, ünlenmiş piyano ustalarından biri idi.
Ama, aniden rotasını kırmış, bir trio kurmuş, yepyeni düzenlemelerle, çılgın jazz sularında J. S. Bach’a yelken açtırmıştı…
Yalnız Bach’a mı; Vivadi, Ravel, Satie, Debussy, Handel ve Mozart’a da
Bir küçük servet daha ödeyerek, Loussier’nin plaklarından birini daha getirttim Avrupa’dan…
O gün bu gündür kan bağımız Jazz’dan akrabam oldu kendisi…
O çalarak, ben de dinleyerek birlikte yaşlandık desem yalan olmaz.
Üzerinde çalıştığım bir dolu rolü, sadece onu dinleyerek yorumladım.
Yakın zamanlarda sahnelenen “Gerçek Çeşitlemeleri”nde oynadığım Abel Znorko bunlardan biridir.

Şu anda gene Loussier'yi ezberlemekteyim…
Ama, birden geliveren bu son nöbette çok farlı bir gerçeğin ayırdına vardım:
Ben ne zaman anlatmayı çok önemsediğim bir şey üzerine kekemeleşiyorsam, sözcükler saklandıkları yerlerden çıkmaya inat ediyorlarsa, kendimi yetersiz, yeteneksiz bir ahmak gibi hissediyorsam, Loussier’ye savruluyor, ondan medet umuyorum…



Thursday, December 27, 2007

Swinging Bach Live Concert2

* 20 *
Önce,
tedavi edilemez bir 'jazz'hastası olarak kendime;
sonra,
Sevgili Meryem Ana'ya armağan ediyorum.

* 19 *





I.

bir yıl daha bitiyor

İşte bu kadar duru, bu kadar yalın

bu kadar el değmemiş

sıradan bir gerçeği daha

kolları bağlı hayatımızın

bir şiire nasıl dahil edilir bir yılın son günleri

her sonda her başlangıçta ve her defasında

alır gibi bir başkasını karşımıza

perdeler çekip, ışıklar söndürüp

oturup yatağın içine bir başımıza

sorgulamak kendimizi

öğrenmek ikizin anadilini, ikinci belleğimizi

öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini

bu aynaların dehlizlerinde gezinirken görürüz

karanlık günlerimizin kenar süslerini


biterken bir yılın son günleri

biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini

gençlik ikindilerini


kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri


II.

bir yıl daha bitiyor

düşlerim, tasarılarım, yarım kalmış onca şey

her yıl biraz daha kısalıyor öncekinden

bana mı öyle geliyor

yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman

insan yaşlanırken?


III.

kırdım mı incittim mi birilerini

kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler?

kendimi yineledim mi yazdıklarımda?

yeniden düşünmeliyim

dostluklarımı, ilişkilerimi

dağınık yatağım, mutsuz yatağım

çoğalttın mı eksiklerimi

gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı

yitirdim mi yoksa masumiyetimi?

borçlarımı ödedim mi?

doğru seçtim mi soruların fiillerini?

tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış,

giysilerim ütülü, odam düzenli mi?

ödünç aldığım kitapları geri verdim mi?

geri verdim mi aldıklarımı:

aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları

kitaplara ,sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi?

yokladım mı duygularımı

hala sevebiliyor muyum insanları?

ovmalı gümüşlerimi, bakırlarımı, cila geçmeli ahşaplarıma

ovmalı umutları

saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları, eksik etmemeli ağzımızdan

hançer kıvamındaki karamizah tadını

şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım Yavuz'a

sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım akşama

yeni bir yıla

ama nedense her şeyin tadı dağılıyor ağzımda

bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında

aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta


MURATHAN MUNGAN

* 18 *




Hiç yakıştırmıyordum kendime;
Ama yaşlanıyor muyum ne ?…
Her yıl biraz daha ağır geliyor,
çabuk iyileşmiyor,
soğuk/algınlıkları,
gönül/kırıklıkları…
Artık kabullenmeli miyim ne ?...

Sunday, December 23, 2007

* 17 *


Oruç Aruoba okuyorum.
Daha doğrusu defalarca okuduğum kitaplarında, altını çizdiğim tümcelerine yeniden bakıyorum.
Zaman kendini ören ne efsunlu bir dantel.
Kimi altını çizdiğim tümcelerini, o sıralarda hangi duygularla benimsediğimi, neler hissettiğimi, algıladığımı anımsıyorum.
Öyle tümceleri var ki, onları neredeyse noktası, virgülüne kadar tekrarlamış, tıpkı basımlar gibi aynen yaşamışım.
Ama Oruç’a yeniden bakındıkça, hınzırca güldüğüm de oluyor.
Hayatımda öyle olaylar hatırladım ki, sırf Oruç’un beni çok etkileyen ezberini bozmak adına, tersine kararlar almışım…
Bir dolu da iş açmışım başıma.

Oruç’u tanıdığım geceyi anımsıyorum…
Ankara’lı karlı bir kış gecesi idi, yanılmıyorsam Bilge’nin yaş gününü kutluyorduk…
Füsun ve Metin’de davetliydiler…
O gece cidi mi ciddi felsefecilerin huzurunda Metin ve ben dut gibi şarhoştuk.
Artık ne Bilge var ne Metin...
Her neyse, mavrayı bir yana bırakalım, ne buyurmuş sevgili Oruç yeniden okuyalım:

“İsteyerek ölen kişi ile istemeden ölen insan arasında temelden kökten bir fark vardır.
İlki herşeyin ötsine geçmiş olmakla huzurludur.
Ötekisiyse hiçbirşeyi çözememiş olmakla huzursuz.
Bitmeyen sükunlu gece ile kabir azabı arasındaki fark da burda yatsa gerek.”
YAKIN S:62

İşte düşünmek diye buna derim ben.

* 16 *




Suat Kemal Angı,
Daviantart.com’da kazandığım ikinci şair…
O sitede, “cahilzaman” rumuzu ile, şiirlerini, düşüncelerini ve fotoğraflarını yayınlıyor.
O bir şair, çevirmen, düşünür, fotoğrafcı ve bence en önemlisi, mükemmlel bir dil işçisi…
Son derece donanımlı, hayata ve edebiyata kimselerin cesaret edip de bakamadığı noktalarda duraklayıp bakabilen, gördüklerini hiç sakınmadan, ödün vermeden, ama süzülmüş bir zerafetle söyleyen biri Suat Kemal Angı.

Altıkırkbeş Yayınevi tarafından basılmış olan son dört kitabı, “NEY”, “Ş”, “KANKURUTAN” ve “BECKETT” (Samuel Beckett’in çevirdiği şiirleri) çıktı çıkacak, dağıtımı bekliyor.
Çok beğendiğim iki şiirini ve bir fotoğrafını tadımlık olarak paylaşıyorum...


KORKU
alnımda yürüyen ordu yenildi

atlar aç kılıçlar mutsuz
düşeceği yeri düşünüyor hâlâ oklar
acının sadece bir biçimiyim
gün batıyor dostlar

değişiklik yapmanın zamanı değil
vahşice seyretmenin
tuzaksam tuzağım kendime
yorucu bir günün akşamı
yağmurla yıkanmak isteyen
bir ağacım sadece
canına kıyarken insanlar
en yalnız en sahici yerlerinde


PANİK
düşleri anımsamak
bir tuzak
için koşmak
geyik kurşundan kaçar
şair imgeden
yaşamak için
seni her gün
can havliyle sevdim

* 15 *

Kendimi bildim bileli kediler hiç eksik olmadı hayatımdan.
Soluk almaya devam ettiğim her günümü, onlara duyduğum sevgiyi besleyip büyüterek yaşadım.
Sanıyorum, sanmaktan da öte sanki biliyorum, bu sevgi, annemin genlerinden eriyip süzüldü benliğime.

Kedilere amansızca vurgun biriydi anacığım.
Her evlat gibi bende pek sevdim annemi; ama, ona en çok, kedileri ve tiyatroyu sevdiği için hayran oldum.
Çocukluğum, Ankara’nın güzel semtlerinden Kavaklıdere’de geçti.
Adından da belli değil mi, Kavaklıdere, o tarihlerde, ortasından bahar mevsimlerinde coşup şırldayan bir dere geçen, bağlık-bahçelik, kedisi, köpeği, serçesi bol bir semtti .
Kavaklıdere’de birlikte yaşadığımız Anneannem – Büyükbaba’mın bağ evinde doğdum, büyüdüm.
Evimiz bir dönümlük bir meyva bahçesinin ortasına kurulu, çok şirin bir yuvaydı.
Çocukluğumun mevsimleri, evden daha çok, birbirleriyle sıkı-fıkı dost kedim ve kangalımla, alt alta, üst üste, kuşlar ve ağaçlarların arasında bu bahçede geçti.
Yaratılmış her şeyi sevmeyi, ama ağaçlara tapınmayı o bahçede öğrendim.
Büyükbabam son derecede titiz bir beyefendiydi, eşref-i mahlukatın hayvan diye kodlanmış olanları eve girsin asla istemez, izin vermezdi.



Ama pek sevdiği kızını ve beni kıramadığından, kedimiz Gümüş’ün özellikle, kış ayları, ayaza çekmiş, buz kesilmiş Ankara gecelerinde, kısa bir süre de olsa, içeriye girip ısınmasına ve bize kendisini sevdirmesine göz yumuyordu.
Gümüş, şahsına tanınan bu ayrıcalığın farkındaydı, eve girer sevinir, sevindirir, sobanın yanında sevgiye ısınır, doyar, kucağımdan kalkıp kapının yanına gider, dönüp yüzeme
“Haydi, açsana kapıyı, ben gidiyorum...”
gibilerden bakar beklerdi...
Bir kez olsun,
“Bak, bizim ihtiyarı kızdırmayalım, artık senin gitme zamanın geldi.”
demek zorunda bırakmadı beni.
Gümüş, kendi türünü pek andırmayan bir güzellikti.
Kediler, fazlaca mıncıklanmaktan, aşırı sevgi gösterilerine maruz kalmaktan hoşlanan kimlikler değildir...
Onlara, onların istedikleri zam(an) ve sürelerde yaklaşabilirsiniz...
Ama Gümüş öyle değildi, onu yaratan Evren’in ‘Karşılıksız Sevgi’sinden nasibini bolca almış bir gökkuşağıydı O.
Sevmek ve bolca mıncıklanmak hayatının en vazgeçilmez besiniydi.
Şişman tüy torbasının, gerçekten gümüş ışıltılatını yansıtan tüyleri yüzünden, annem ona Gümüş adını vermişti.
Sessiz, munis, ağırbaşlı, tok gözlü bir ‘Can’dı...
Önüne koyduğumuz yiyecekten başka bir şey yemeye kalkıştığını hiç hatırlamıyorum.
Yediği her yemekten sonra, yalanıp temizlenmeden önce gelir, sürtünerek teşekkürlerini bildirirdi.
Sanırım beni annemden mek parmak daha çok seviyordu...
Kediler gözlerden ırak yerlerde ölürler.
Artık çok ihtiyarladığı için eve almıştık...
Hastaydı, veteriner az günü kaldığını söylemişti.
Ne zaman kaçacak, yılkıya gidip gözden kaybolacak diye bekliyorduk.
Bir sabah uyandığımda battaniyemin altında ayaklarımda bir yumuşaklık hissettim.
Battaniyamden sıyrıldım, bir de baktım Gümüş uyuyor...
Dokundum ona ve ömrümde ilk kez ‘Ölüm’le tanışıp tokalaştım...
Gümüş, bana hayatı kıyasıya ve hiç bir karşılık beklemeden sevmek konusunu öğreten çok değerli, belki de ilk öğretmenimdi...
O’nu yıllar sonra burada anmaktan gurur duyuyorum.

* 14 *

Karen Boyd
"Damağındaki yarayı yokladı diliyle, ılık ve duru bir kan akıyordu ağzına. Asırlara ve yollara rağmen acıtmak istiyordu sevdiklerini. Yarım , tamamlanmamış bir soğukluk bir kez daha genleşiyordu içinde. Kalemle uzun bir çizgi çekti kağıda. Yazmalıydı. Yoksa çok üşüyecekti."
özer aykut
(filler mezarlığı)

Beni çok etkileyen bu metni, tüm çalışmalarımı silip ayrılmış olduğum Daviantart.com sitesinde kendisi ile buluşmaktan gerçekten çok mutlu olduğum şair özer aykut’tan ödünç aldım.
Hep öyle değil midir zaten, değerli yazarlardan ödünç aldığımız simyalı tümceleri, dizeleri, canımızın girintilerinde gezindirip tekrarlayarak farklılaşır, değişir, , güzelleşir, ışıldarız…

özer aykut’un beni derinden etkileyen mahareti, son derece yoğun, katmanlarıyla üst üste birikmiş, kavranması-algılanması bir haylı çetin olan hayatı, kısacık hatta minicik bir mimariyle anlatır, kavratır ve algılatır olması.
Ve de bunu dervişane bir kendini bilmişlik, dupduruluk, yalınlıkla, dillendirmesi…
Doğrusu adının ve soyadının baş herflerini büyük harflarle yazmayan bir yazarın önünde en çok sevgiyle, sonra da saygıyla eğiliyorum…

Saturday, December 22, 2007

* 13 *


KENDİ OLARAK SANA GELEN
Kendi olarak, sana gelen-
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen-
sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen-
kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan- -
O, işte
Oruç ARUOBA

* 12 *


***
özlediğin, gidip göremediğindir;ama, gidip görmek istediğin
özlem, gidip görememendir; ama gidip görmek istemen
özlediğin, gidip görmek istediğin-ama gidip göremediğin
özlem, gidip görmek istemen-ama, gidememen, görememen
gene de, istemen
***
Özlem, yarın neler olacağını bilmeden,
yarın, hep, dün olmuş olanların -
bugün, olmasını , ister...
Özlem, zamanı, karıştırır, işte...
Özlem, zamansız olmak ister -
olur da....
***
Özlem, uzaktan, saatlerce zamanın ve kilometrelerce uzamın ötesine uzanıp-
yanıt alamayacağını bile bile - sorar;
" şimdi orada, yattın mı - rahat mısın?-
uyu artık-"...
"Allah rahatlık versin -"...
***
Özlem, yeri gelir, buruşturulup bir kenara atılmış boş sigara paketi gibi olur -
öyle hisseder kendini özleyen...
***
Özlem sana, yanlızlığının değerini de öğretir, yakıcılığını da...
Oruç Aruoba

* 11 *


***
“Söz vermiştim kendi kendime:Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım.Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yontuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım...”
"Haritada bir nokta"
***
“Yazı yazmam için bana çiçek, kuş özgürlüğü değil, içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin özgürlüğü lazım. Küçücük özgürlükler değil, alabildiğine yüz verilmiş bir çocuk özgürlüğü istiyordum.”
Sait Faik ABASIYANIK

* 10 *


Kerim Ağabey,
sabaha karşı düşüme geldi.
Konuşmuyordu öyle susuyordu,
nur yüzünden hiç eksik etmediği
gülücüğüyle.
Ağlamaya başladım,
başını salladı,
“sakın yapma!...” gibilerden.
O,
sahneden başka bir yerde asla ağlamazdı,
gülerdi,
güldürürdü,
hep gülerdi.
“Ustam çok özledim seni…” dedim;
“ben de…”
dedi o güzel sesiyle…
Uyandım,
baktım gerçekten ağlıyorum…

Friday, December 21, 2007

* 9 *


yastığımı
koltuğuna bıraktım
eskimiş ankaralı anılar
uyusun diye

* 8 *

(…)
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri

Edip Cansever “Mendilimde Kan Sesleri”

* 7 *

akşam usulca inerdi
kavakların ucundan
kenarsuları eprimiş
yapraklarına
bir ilkokul defterinin
annem hep
oturur beklerdi
konuk elleri
pencerenin pervazında
babamın dairesinden dönüşünü
akşam inerdi usulca

Thursday, December 20, 2007

* 6 *

Afşa Adası, Araplar Köyü'nden kardeşim Korhan Uygut'tan bir bayram tebriki aldım aynen şöyle diyor:

"Alpay abi;bayramınızı kutlar,sağlıklı ve huzurlu nice yıllara dilerim.sizin gibi değerli bir insanı geç tanıdığım için(bunda internetin de etkisi var)çok üzüldüm.bütün köy gençlerine sizin burada yaptıklarınızı aktarıp fotoğrafları gösteriyorum.blog sayfanızdaki yazıları okutuyorum.ilgilerini çekiyor.ve anlıyorum ki yeni gelen nesil inanın artık daha duyarlı olmaya başladılar.Ve inanın yine köylüler biz köylüyüz burası yine huzurlu herkes yine aynı sizin zamanınızın insanları gibi.saygılar."

* 5 *


2.
Güneş bulutların altındaysa,
ya doğuyordur
ya da batıyor.

6.
Renkler çekildi denizden
Bulutlar ürkek
Kayalar örtündü teker teker
Martılar tedirgin

Son bir kızıllık
Uzanıverdi koyu sulara
Ürperdi dalgalar
Parıldadı kayalık kara kara

Uçuk mavi şimdi deniz
Grilere dalmakta
Dalgalar hareketli yeniden
Karanlık umuduyla.

7.
Dünya bana doğru dönüyor,
ama kimseyi yakınıma getirmiyor –
sadece güneşi alıp uzağıma götürüyor.

20.
En değerli aydınlık,
karanlıktan sonraki, ve,
önceki aydınlıktır.

21.
Felsefe yapmak, kişinin,
gelemeyeceğini bildiği birisini
beklemesine benzetilebilir.

ORUÇ ARUOBA / “tümceler” / AKŞAMÜSTÜ TÜMCELERİ


Hayatımdan bir akşamüstü daha eksildi...

* 4 *


Tiyatro sanatçısı Savaş Dinçel, vefat etti.Evinde iç kanama geçiren Dinçel (65) ambulansla kaldırıldığı Memorial Hastanesi'nde yapılan müdahalelere rağmen kurtarılamadı.Memorial Hastanesi Kalp Cerrahisi Başkanı Prof. Dr. Bingür Sönmez, hastanede yaptığı açıklamada, Dinçel'in ağır iç kanama neticesinde hayatını kaybettiğini belirterek, gece rahatsızlanın sanatçının, hastaneye getirildiğinde şoka girmiş olduğunu söyledi.Prof. Dr. Sönmez, bir saat boyunca “geri getirme çalışması yaptıklarını” ifade ederek, başarılı olamadıklarını kaydetti. Sönmez, “Kendisi Ekim ayında göğüs aort anevrizması nedeniyle hastanemizde ameliyat olmuştu. Ölümüne neden olan rahatsızlığın bu ameliyatla bir ilgisi yok” dedi.Dinçel'in yoğun şekilde sigara içtiğini ifade eden Prof. Dr. Sönmez, sanatçının, ameliyattan sonra sigarayı bırakacağına söz vermesine rağmen bunu yapmadığını anlattı.Hastaneye gelen tiyatro sanatçısı Müjdat Gezen ile Mehmet Ali Alabora, Dinçel'in eşi Sumru Dinçel ve yakınlarına baş sağlığı diledi.
20 ARALIK 2007
10:23
güle güle
sevgili Savaş
gittiğin boyutta da
yıldız kayıyor mu
bizimkilere selam söyle
Kerim Afşar Usta'mı
gördüğünde onu çok özlediğimi de
söyle e mi
...

Tuesday, December 18, 2007

* 3 *

İcad edildiği kaba sığamayıp, bir anda dünyayı saran “facebook” fenomeni, asla aklımdan geçirmediğim halde bana da ucundan kıyıcığından bulaştı.
Tescilli bir teknoloji özürlü olarak, bilgisayar kullanan kimi dostlarımın başarılarına hayran oluyorum.
Nereden, nasıl buldular beni, “facebook” kabilesine katılmak zorunda bıraktılar.
“Funwall” tabir edilen alanda bana gönderilen video yongalarını seyrederken, adını bilmediğim, soyadını tanımadığım birinin gönderdiği 9 Aralık 07 tarihli bir mesajla karşılaştım, mesaj aynen şöyle diyordu:

“efenım saygılar..siz bizim bildiğimiz tiyatro sanatçısı Alpay bey misiniz..?”

Basiretim bağlandı sanırım, adı Korhan Uygut olan bu beyefendiyi, biraz da gecikerek (yanıt verip vermemekte tereddüt ettim sanırım), 11 Aralık 07’de sadece

“Evet…” diyerek yanıtladım.

Korhan Bey, benim gibi beklemeden bir mesaj daha gönderdi, bu mesajın da tek hecesine dokunmadan aktarıyorum:

“Alpay Abi merhaba.geçen gün sizin hakkınızda araştırma yaparken internette bir sayfaya rastladım.Ve araplar köyünde bir tiyatro çektiğinizi öğrendim.ben araplar köyündenim.annemler hep anlatırdı bir zamanlar köyde tiyatro oynandığını ve o oyunun ne denli gerçekleri yansıttığını.o anlattığınız muhtar Ahmet bey eniştem.Oğlu gürcan da yanımda şu an.o sayfadaki resimlere bakınca o kadar çok gururlandık ki.Taşçı hüseyin dediğiniz resimlerdeki aslında ismi mehmet(yağcı mehmet derler)abi ona da gösterdim.Biz köyde bir kaç kişi köyün eski fotoğraflarından oluşan bir arşiv hazırlıyoruz.köylünün elindeki fotoğrafları buluyoruz.Ve bu konuda sizinde bize yardımcı olabileceğinizi düşündük.cvbınızı bekliyorum.saygılar.”

Mesajı okuduktan sonra şaşkınlıktan çakılıp kaldım desem abartmış olmam.
Yıllar önce, gençliğimizde arkadaşlarımla birlikte oluşturduğumuz bu tiyatro olayı, aradan geçen bunca zamandan sonra sanki bir yankı olarak geri dönüyordu.
Araplar Köyü’nde yarattığımız oyun, tüm arkadaşlarımın anılarında son derecede ışıklı bir yer tutuğu için yapıp-ettiklerimizin öyküsünü, blog sayfamda pek uzun olduğu için ikiye bölerek yayınlamıştım.
Amacım, oyunculuk ömrümün en şıkırdım işlerinden birini tarihe bırakmaktı.
Yazdıklarımın, yakınlarım ve dostlarımdan başka kimseler tarafından okunabileceğini aklımın köşesinden bile geçirmemiştim.
Oysa, biz oyunu oynadığımızda daha dünyaya bile gelmemiş bir genç adam tarafından okumuş olması bir mucize idi sanki.
Beni, sırtımdan kanatlar çıkarıp mutlandıran şey ise, oyunumuzun hala köyün sakinleri tarafından, dilden dile anılarak gençlere aktarılması oldu.
Dahası, oyunumuzu, o tarihte, (yazımda da uzunca belirttiğim gibi) köyü tehdit ettiğini gördüğümüz tehlikeleri, köy sakinlerini uyarmak adına kugulayıp, çatmıştık.
Uyarılarımızın kötü sonuçlarını yaşayan kişilerin bunu ikrar etmesi ise büyüleyici idi.
İnsanı, insana, insanla anlatan kadim mesleğimizin önüne geçilmez büyülü başarısı, bir kez daha yaşanıyordu.
Doğrusu bir oyuncu olduğuma hayatımda ilk kez, bu kadar derinden, inanç ve iman içinde, şükranlar duyarak sevindim.

Ağır bir soğuk algınlığı geçirdiğim için, Korhan’a verdiğim yanıt gecikti.
Bu gün kendisine o tarihte çektiğim tüm fotoğrafları göndererek yardımcı olacağımı yazdım ve yıllar sonra kendisi ile buluşmaktan çok mutlu olduğumu bildirdim…
Korhan hiç sektirmeden mesajıma yanıt verdi, aldığım bu yanıtı da hiç dokunmadan aynen aktarıyorum:

“Alpay abi saygılar geçmiş olsun..üzüldüm ciddi bir şey değildir umarım.esasen sızı bulmamız bır mucize bızım için...Ve buradaki o tiyatrolarınızı duyarak buyuduk diyebılırım. ben de sıze koyun şimdiki halını gönderebilim ama emin olun çok üzülecxeksiniz.çünkü sizin oynadıgınız tiyatro gerçek oldu ve heryer yabancıların oldu.biz adada kmışın kalmamızdan dolayı yerliyiz sadece. bizi çok mutlu edersiniz Alpay abi inanın çok ihtiyacımız var ve bir köy halkı artık b u eski fotoğrafları gördükten sonra keikelere başladılar. ve sizden geleceklerle bunu iyice anlatmak istiyorum..saygılar..."

Bu güzel sözlerin üzerine tek sözcükle olsun, yorum yapmayacağım…
Sadece “facebook”a müteşekkir olduğumu söylemekle yetineceğim…

Sevgili Korhan’ın köyün son halini gösteren fotoğraflarını ekliyorum…




Thursday, December 13, 2007

* 2 *

kimlik
sonnet'si

ben aynada büyüdüm, aynalar ise bende;
acıları gezerken, sözlerimizle ikiz;
birlikte olduğumuz, ah, o ürkünç bedende
bakarken kendimize, sevişen günlerimiz
birer birer görünüp dibe çöker... ah, kısır bir
yolculuk bizimki... hani durak, yol nerde?
hangimiz ötekine giz oluruz ya da sır?
ayna tende dağılır, ten aynada yiter de
fırtına saatlerde aşklardaki ince kum
üstüme yığılırken, akşamları kederle
-ve sanki sevişirmiş gibi ikindilerle,
o dökülüp düşerse kırılan ben olurum...

kimliğim öldü benim, çoktan geçtim adımdan,
ah, başka bir şey değilim aynalarımdan...

Hilmi Yavuz

Tuesday, December 11, 2007

*1*

Çok uzun bir süredir bir tek satır olsun yazmadım sayfama.
‘Yazamadım’ demiyorum; çünkü, gerçekleştirdiğim bu su götürmez ayıbı, “Ah!.. Şu hayat gailesi yok mu!...” gibilerden, suyu çıkmış, bayatlamış bahanelerin ardına gizleyecek değilim.
Bu yaptığım hatanın tembellik, savrukluk, daha da kötüsü sorumsuzluktan başka bir adı yoktur.
Bencileyin, hiç ara vermeden, yılmadan, yorulmadan üretip yaratmanın çarmıhına gerilmiş birinin, çalışmaktan başka bir gailesi olabilir mi?...
Kendime daha fazla haksızlık etmeden sayfama dönüyor ve yeniden başlıyorum.
Bundan böyle sımsıkı bir disiplinle çalışıp üretmek kararlılığı içindeyim.

Cumhuriyet Gazetesi’nin haftanın Perşembe günleri, gazeteyle birlikte okuyucularına armağan ettiği Kitap Eki’nde yazılarını okumaktan büyük bir tad aldığım Selçuk Altun’dan kopye çekerek devam edeceğim yoluma.
Değerli yazar, sanat dünyasının artellerinde sürüp giden yolculuğunun tutanaklarını yayınlıyor Cumhuriyet Kitap Eki’nde.
Okurken, düşünürken, hayatı izler, gözlerken aldığı notlarla gelişip süren bir tür günce tutuyor.
Kimi zaman seçkin edebi alıntılar yapıyor, kimi zaman da sanat üzerine değini, irdeleme ve saptamalarda bulunuyor.
Yazarın güneşi bolca emmiş, capcanlı, kıvrak, kıvılcımlı, sıcacık, neşeli mi neşeli bir dili var.
Daldan dala atlayan serçe ayaklı notlar bunlar...
Güncesini yazmaktan duyduğu çalakalem mutluluk ve sevinç, çok lezzetli bir şurup gibi, damla-damla okuyucunun kanına karışıveriyor.
Notlarına tarih ya da saat düşmeyi seçmeyen yazar, birbirini izleyen numaralarla kodluyor zamanı...
Dört rakamlı notlar gözlerinizde akarken, okuyucusuna “Bakın ben ne kadar hamarat ve çalışkanım...” der gibilerden muzip bir gülücük hissediliyor satır aralarında.
Okuyanı haylı ciddi ama bir o kadar da kolay anlaşılır, yeğni bir yaşama sevinci sarıp sarmalıyor her notun sonunda.
Sanatla, özellikle edebiyatla yürek yüreğe içselleşmenin nabzı yükselten coşkusu bu...

Oruç Arıoba’nın “Çengelköy Defteri” de, beni Selçuk Altun’un defterleri gibi derinden etkilemişti.
Değerli yazarın bana pek hoş gelen yönteminden yararlanarak çalışma odamın sessizliğini ilmeklemeye başlıyorum.
Şu anda (12 Aralık 2007/00:27) ürpertili bir sevinç duyuyorum yüreğimde ve kendime yolun açık olsun diyorum...

Wednesday, July 18, 2007

kaç mevsim

kaç mevsimin yağmur mavisinden süzüldüm geldim
ardımda bir demet serçe
yedeğimde
onca rüzgarın kanatlarında serinlemiş ağaç tohumu
onca çiçeklenmiş yaprak
dilimlenmiş ekmek kokusu
canımı nakışlayan
her sabahın ilk ışıkları
daha hiç söylenmemiş sözcükler gibi
sustular
sözlerini unuttuğunuz şarkılarda
onca ayak izi
onca elyazısı
takvim sayfaları
eski fotoğraflar
kurutulmuş çiçekler
paslanmış kilitler
ucu yontulmuş geceler
penceremin önünden geçen onca kar tanesi
yıldız tozlarıydı
avuçlarımdaki bulutların
odalarımıza kirpiklerimize bakışlarımıza sinmiş
hayatın zakkumu
küfrün buruk acısıydı
eridi gözyaşlarıma karıldı
eski balkonlarda kurutulan biber zerdali nane
beni bana erdiren simitçi çocuklar
durdular
yürüdüler
kaldılar
köklerime eriyen ağaçların gölgesiydi
parmak izlerimle yazdığım
şarkımın duvarlarına
ne kalacak geriye canımın yorgun kanat uçlarından
suyun mavisi
ve
karanfil kokusu
yalnızca

bir de
güze yürüyen yaz gibi
yüreğimin biçimini alan hayat

DÜNYA



Dünya, dünya dediğin, senin bir aksin yalnızca.
Bunu idrak ettiğinde ondan kurtulursun.
Sen kurduğun düşlerden daha gerçek değilsin.
Dünya,
senin üşüyen/susuyan/terleyen/gülen/ağlayan tenin...
Bir damlasakızı dünya,
dişlerinin biçiminde.
Bir kile ekmek hamuru,
üzerinde parmak izlerin...
Buraya seyretmeye değil,
seyrolup yaratmaya geldin.
Dünya,
sınırsız oluşun aynası bakip da kendini seyrettiğin.
Göz köklerine düşen görüntüler,
senin öykülerin, anlatmayı seçtiğin...
Durmadan giyinip soyunduğun roller,
terketmen gereken kafeslerin.
Senin kadar sağlıklı,
senin kadar hasta bu dünya;
sencileyin cennet,
sencileyin cehennem...
Tut elinden kendini,
düşleyen, yaratan, seven 'İnsan'a doğru götür.
Zira, yürüdüğün yolda sana,
senden başka engel yok...
Evinde,
yüreğinde sev kendini kıyasıya...


Tuesday, June 26, 2007

ŞARAPLAR KÖYÜ / 2

*(1)
Yücel ile tanıştığımızdan bu yana, aramızda sesleri duyulmayan bir ortak dil vardır. Durduk yerde göz göze geliriz. Muhtarın usuldan emir kokan bu son cümlesinden sonra gene göz göze geldik. Benim gözlerimde “Ne yapacağız şimdi!?...” yazılı idi. Yücel’in gözleri ise, “Ben mi konuşayım, yoksa sen mi?...” diye soruyordu bana. Birden saygı dolu bir sessizlik kapladı ortalığı... Sanırım Sönmez ve Can girdiler lafa, bu işin o kadar kolay olmadığı üzere evelemeli gevelemeli bir şeyler söylediler. Ne var ki, Muhtar yılmıyordu “Siz gene bir düşünün...” diyerek lafı, ucunu bağlamadan avuçlarımıza bıraktı.

Vedalaşıp ayrıldık. Güneş batmak üzere idi, dönerken türkü söylemeyi bile unutmuştuk. Hepimiz kendi içimize dönmüş, sus pus, bu işin içinden nasıl çıkacağımızı düşünüyorduk. Avşa’ya döner dönmez Sönmez’le binliklerimizi (o sıralar iki litrelik şarap şişelerine böyle diyorlardı) yanımıza alıp, keşfettiğimiz bir şarap deposundan ağzına kadar doldurduk. Besbelli gece çok çetin geçecekti...

Gece boyunca konuşup tartıştık. Nasıl bir iş yapabilirdik Araplar Köyü’nde?... Elimizde hazır bir iş yoktu, olsa bile köyün neresinde nasıl oynayacaktık. Tartışmalarımız uzadıkça çaresizliğimiz büyüyordu. Yorgunduk, sarhoşlamıştık, “Sabah ola, Hayır ola” diyerek, kendimizi kan ılıklığındaki geceye bırakarak uyuduk.

Ertesi gün, bir çözüm bulamamış, kafalarımız soru işaretleri ile tıka basa dolu, kız arkadaşlarımızı da yanımıza katarak tekrar Araplar Köyü’nün yolunu tuttuk. Bizi çeken bir şey vardı galiba. Bir de, kendimizi nedensizce (bunca yaşanmışlıktan sonra artık nedenini çok iyi biliyorum), Muhtar’a borçlu hissediyorduk. Bu defa Muhtar önümüze, bizi çözüme yaklaştıracak yeni bir öneri sürdü. Yaz tatillerini köyde geçiren ünlü bir yazardan söz açtı, Yazarın adının Abdülkadir Pirhasan (Vedat Türkali) olduğunu, bizi ona götürebileceğini, onunla konuşarak bir çözüm yolu bulabileceğimizi söyledi.

*(2)
Muhtar’ın söylediklerini duyar duymaz içimin ürperdiğini gün gibi hatırlıyorum. Abdülkadir Amca’yı (bu yüce çınarı tanıdıktan sonra, onu başka türlü ünleyemedim), şiirlerinden ve kahırlarla nakışlanmış yurtsever kavgacı kimliğinden biliyordum. Ayaklarım birbirine dolanarak Abdülkadir Amca’nın kaldığı eve yollandık. Bizleri ‘zahmetsiz evlatları’ gibi kabul etti Koca Yazar. Kaldığı ev gözlerimin önünden hiç gitmez. Pencereleri denize bakan loş, sabun ve iyot kokan serin bir oda. Bir yanda halılar örtülü koca bir sedir. Bir yanda üzerinde okuduğu kitapları ve yazıları dizili duran masası. Eşi, çok az konuşan ama maviş gözleri hep gülümseyen... Oğlu Barış, mavi rengin her türlü cinliği ile bakıp duran. Ve de şarkı söyler gibi konuşan kızı Deniz...

Abdülkadir Amca (sanki hala damda imiş gibi) sedirinin üzerine bağdaş kurup oturdu ve bizi dinlemeye başladı. Önce kendimizi tanıtık, ama O (Muhtar’la konuşmuşmuydu acaba), bizi tanıyor gibi idi. Uzun bir süre Muhtar’ın isteğine birlikte bir çare bulmaya çalıştık. Görmüş geçirmiş Koca Yazar birden “Neden kendiniz bir oyun yazıp oynamayasınız?...” deyiverdi.

Işte bu öneriden sonra olaylar, makarasından boşalan ip, yayından fırlamış ok gibi gelişti. Araplar Köyü sakinlerine yaşadıkları günlerin sorunlarını ve bu sorunların gebe olduğu geleceği anlatacaktık. Deli kanlarımız kıpır kıpır, aşkın bir heyecanla, kolları sıvayıp işimize saldırdık. Köyün sorunlarını Muhtar’ın ağzından üstün körü dinlemiştik. Ancak, edindiğimiz bilgiler yeterli değildi. Bu sorunları en az köylü kadar yaşmalı ve öğrenmeli idik. Derhal ekibi ‘Taş’, ‘Üzüm’ ve ‘Arsa’ başlıkları altında üçe böldük ve Muhtar’dan yardım istedik. Yücel, Sönmez ve ben ‘Taş Mangası’nı oluşturuyorduk.

*(3)

Benim değerli kardeşim Ahmet;
bir mucizenin çarpıcı güzelliğini taşır yurdumuzun insanları. Bu noktada, bizi evinde bir gece misafir edip (çünkü taşa gün doğarken gidiliyordu), iki lokmasını (üç değil gerçekten) bizimle paylaşan Taşçı Hüseyin’i anmadan geçersem iki cihanın da bana haram olacağını biliyorum. Bu mangal yürekli, güzel adam yapacağımız işin sonunda hayır çıkacağını herkeslerden önce (bizlerden bile) sezmişti sanki. Sakız gibi çarşaflar serili döşeklerimize uzanmadan önce, sorduğumuz soruları, bir bilgenin suskunluğunda “Hele sabah olsun, taşa gidelim görürsünüz...” diyerek kestirmeden yanıtlıyordu. Dediği gibi, sabah oldu ve Taşçı Hüseyin’in ne demek istediğini çok ama çok iyi kavradık.

Hüseyin, sabahın ilk ışıkları ile uyandırdı bizi. “Nohut oda, Bakla Sofa” evinin her yanını nefis bir koku kaplamıştı. Bize, “Çökün çorbamızı içelim, yoksa güne dayanamazsınız!...” dedi. Üzerleri dumanlı çorba kaseleri ve kafamdan daha büyük bir somun köy ekmeği duruyordu önümüzde. “Ne çorbası bu?...” diye sorduğumda inceden övünerek “Tarhana” diye yanıtladığını hatırlıyorum. Biz çala kaşık çorbaya saldırmışken, tarhananın nasıl yapıldığını uzun uzun anlattı. Bunu ilk kez sana söylüyorum, o çorbayı içitiğim günden bu yana, bir çok sonbaharda tarhana kardım; ama (neyin tadı eksik bulamadım), Taşçı Hüseyin’in çorbasının tadını bir türlü tutturamıyorum.

Karnımızı doyurduktan sonra, Hüseyin’in güzel gözlü karakaçanını da yanımıza alarak taş ocağının yolunu tuttuk. Ne kadar tırmandık bilemiyorum, ocağa vardığımızda içimden “Oğlum Alpay, bu gün çok uzun sürecek...” dediğimi hatırlıyorum. Tepemizdeki kızgın güneş, usuldan yükselip bıngıldağımızı yumuşatmaya başlarken, Taşçı Hüseyin adı granit olan bu taşın nasıl “Yavuz” bir taş olduğunu anlatmaya başladı. Taşı kırmak için önce damarını bulacaktın. Damarın gözüne vurdun mu, taş peynir gibi yarılıveriyordu.

Inanır mısın bu bilgi, sonraları mesleğimde çok işime yaradı. Granitlere emsal en çetin oyunların bile damarları olduğunu gördüm. Aklını ya da yüreğini metnin damarına vur, bak göreceksin replikler içlerini nasıl açıverecekler sana.

Bir yandan taş kırıyor, bir yandan da Hüseyin’i dinliyorduk. Bu defa Istanbul’un yollarına döşenecek bu taşın üzerinde aracı tüccarlar tarafından döndürülen akçeli dümenleri anlatıyordu. Aktardığı bilgilerin o taşı kırmakta olduğum anda bana nasıl “Yavuz” öfkeler salgıladığını içim burkularak anımsıyorum.

Güneş tepemize çıkmış, öğle vakti erişmişti. Yogunluktan ve sıcaktan bitap düşmüştüm. Taşcı Hüseyin karakaçanın terkisinden üzüm ekmek çıkardı. Önümüzde uzanan görkemli lebi deryaya tepeden bakarak, iştahla yedik azığımızı. Yemeğimi yerken, canıma çok acı veren balyoz sallamaktan yarılmış avuçlarımı Hüseyin’den saklamaya çok özen göstermiştim. Karnımızı doyurup, tellendirdiğimiz sigaraların keyfinden sonra sıra yeni bir fasıla gelmişti. Kırılan taşlar karakaçanın sırtına yüklenecek, tüccar yanaşıp alsın diye kıyıya indirilecekti. Taşlar hayvanın iki yanında duran sepetlere eşit ağırlıklar elde edilerek (bu iş çok önemli idi) özenle yerleştirildi ve çok kahırlı bir yolculuk başladı. O zavallı vefakar hayvan ve sahibi arasındaki tek nabız atan dayanışmayı ömrüm boyunca unutmayacağım. Hani biz tiyatrocular, özene imrene “Takım Oyunculuğu”nun peşinde seyirtip dururuz ya, bunun en has örneğini işte o gün izledim. Hayvan neredeyse doksan derecelik bir sarptan kayıp yuvarlanmamak için tüm bedeni ile direniyor, kan tere batmış sahibi Taşçı Hüseyin ise, saniyelere ilmeklenmiş ritmik hareketlerle gah hayvancığına sarılıp kaymaması için geri çekiyor, gah hayvanın göğsüne dayanıp omuz veriyordu. Indiğimiz sırtın ortalarında bir yerde ise akıl almaz bir başka güçlükle karşılaşıldı. izlediğimiz patikayı, insan adımı ile üzerinden bir adımla atlanabilecek yan yana duran iki kaya kesiyordu. Hayvan yükü ile bu kayalardan atlarken düşerse parçalanır ölürdü. Bu nedenle kırılan taş tümü ile yere indirildi, hayvan atlatılıp karşı kıyıya geçirildi ve taş yeniden yüklendi.

Sanırım Gorki’nin “Küçük Burjuvalar” oyununda, karakterlerden biri, “Hayat asla kitaplarda okuduklarımıza benzemez...” gibilerden bir söz söyler. O güne kadar, kitaplarda okuyup “En yüce değer” olduğunu öğrendiğim “Emek”in ne mene bir şey olduğunu asıl o taş ocağında öğrenmiştim.

Akşamüzeri, bütün gün köyü gözlemleyen ekibimiz toplandı. Kahvede bir yorgunluk çayı içtikten sonra, batan güneşi önümüze alıp Avşa’ya yürüdük. Herkes gördüklerini hararetle birbirine aktarıyordu. Ben, yaşadıklarımdan çok etkilenmiştim, yorgunluktan ziyade, üzerimde ağır bir gerginlik hissediyordum.
Biraz daha büyümüştüm sanki. Şu anda ise, tozlarını aldığım bu anıları yazarken biraz daha ihtiyarladığımı fark ediyorum. Avşa’ya varır varmaz, her zaman yanımda taşıdığım not defterine (Ben onlara ‘Gözlem Defterlerim’ diyor ve hala tutmaya devam ediyorum) gün boyunca gördüğüm duyduğum ne varsa yazdım. Binliğime şarap doldurttum, arkadaşlardan ayrılıp deniz kenarında ıssız bir yer buldum kendime, içtim ve için için ağladım. Gerilmiş sinirlerim boşalıyordu... Şu gençlik ne kadar güzel bir işçilikmiş...

Ertesi gün her zaman olduğundan erken uyanıp, Araplar’a koşturduk. Bir gün önceki gözlemlerimizden süzdüğümüz bilgileri birleştirdik ve ayaklanıp yaşadıklarımızı arası soğumadan doğaçlamaya başladık. Öylesine kaptırmışız ki, aziz arkadaşım Sevinç (Aktansel), kafasına güneş geçtiği için hastalanıp yataklara düştü. Yaptığımız bu çalışmalardan sonra yazacağımız oyunun iskeleti belirginleşmişti. Hatta figürler saptanmış, onları kimlerin oynayacağına bile karar verilmişti. Sönmez’in koca sesi ile “Arkadaşlar oyunu yazmanın zamanı geldi!...” dediğini hatırlıyorum.

*(4)

Muhtar, bu iş için bize köyün okulunu açtı ve antika bir daktilo makinası ile kağıt verdi. Bolca sigara tedarik edip okula kapandık. Muhtar da kahveden çayımızı hiç eksik etmiyordu. Bir kısmımız oyunu yazıyor, bir kısmımız ise daktilonun başına geçip yazılanları temize çekiyordu. Oyunun yazım evresi üzerine çok ilginç şeyler anımsıyorum. Örneğin Yücel ile karşılıklı oynayacağımız epizodu, sınıflardan birine çekilerek (okulun yalnızca iki sınıfı vardı galiba), önümüzde kağıt kalem, bir yandan yüksek sesle oynayıp, bir yan dan da yazdığımızı hatırlıyorum. Ekip oyunu o denli sahiplenmişti ki daktilo makinasının başında, temize çekme işini kim yürütüyorsa, önündeki metne, aklına gelen yeni replikleri “buraya ne güzel yakışır” diyerek ekliyebiliyordu. Oyunun yazımı bitince elimizde, sözcükleri güneş emmiş, taş kırmış, fal açan, üzüm kokulu bir metin duruyordu.

*(5)

İşimizin sonuna yaklaşmıştık, oyunu ezberlememiz ve sahneye koymamız kalmıştı geriye. Günlerimiz sayılıydı, çünkü tatil için ayırdığımız para bitti bitecek bir kerteye gelmişti. Daktilo sayfalarını aramızda paylaşarak yaptığımız provalar süresinde, sahnede işimiz olmadığı zamanlardan yararlanıp, bir kenara çekilerek rollerimizi başarabildiğimizce ezberlemeye çalıştık. Oyun gecesi gelip çattığında, ezberlerimiz yeterince oturmamıştı. Oysa biz oyuna o denli hakimdik ki, oyun sırasında durmadan ayaklarımıza dolanan çocuklara rağmen, yazdığımız metni bir kez daha doğaçlayarak oynadık.

*(6)

Oyun bitip de selama durduğumuzda, köy ahalisinin çılgınlar gibi alkışlayarak üzerimize geldiğini anımsıyorum. Kadınlar kızlarımızı kucaklıyor, erkekeler elimizi sıkıyor, yanaklarımızdan öpüyorlardı. Bir “Yavuz” şenlik ki, sorma gitsin. O andan iki anı kalmış belleğimde. Ben deliler gibi gözlerimle Taşçı Hüseyin’i arıyordum. O’nu gecenin bir kenarında, gözleri dolu dolu, gene sesiz ve biraz mahsun buldum. Seyirttim yanına, birbirimize sıkı sıkı sarıldık, usulca, “Iyi yaptınız be!...” dedi bana. Sonra Abdülkadir Amca çıktı karşıma. O’nun da, yanaklarımdan öperken “Aşkolsun aferin size” dediğini hatırlıyorum.

Sevgili Kardeşim Ahmet;
Öncelikle sana, neredeyse arkeolojik bir çalışma yaparak, “Şaraplar Köyü”nü, iğne ile kazdığın otuz yılın isinden, pasından arıtıp gün yüzüne çıkarttığın için bütün varlığımla teşekkür etmek isterim. Bu arada, oyunu bizden habersiz banda çeken Barış Pirhasan’ı da katkısından dolayı, sevgi ve şükran taşan yüreğimle anıyorum. O tarihte çektiğim fotoğrafların, yıllardır, belgeliğimi handiyse kalbura çevirerek aradığım ve kaybolduğuna hükmettiğim negatiflerini bulmuş olmaktan çocuklar gibi sevinç duymaktayım. Sanırım basılacak kitabı bir demetcik olsun aydınlatacaktır.

Ne garip bir rastlantıdır; “Şaraplar Köyü” otuz yıl önce, meslekdaşlarımdan incindiğim, düşlerimin epridiği, umutlarımın kırıldığı bir dönemde çıkmıştı önüme. O günlerden bu yana, “Aynı Tas”larla, “Aynı Hamam”da yıkanılan otuz yıl sonunda, artık umudumu tümüyle yitirdiğim ve küstüğüm bir dönemde “Şaraplar Köyü”, gene çıkıverdi karşıma. Sana bu mektubu yazarken coşkular köpürterek nasıl yeniden dirildiğimi, serpildiğimi anlatamam. Beni gençliğimle yüzleştirdiğin için sana bir kez daha teşekkür ederim. Öte yandan, çok acı ama, umudumu yitirmekte ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anladım. Insan ister istemez kıyaslama yapıyor. Bir kendi gençliğime baktım, bir de bana verilmiş olan bayrağı teslim edeceğim günümün gençlerine. Işte o gençler, bencileyin, tedavülden kalkmak üzere olduğunu düşündükleri yaşlı bunakları “Dinozor” diye çağırıyorlar artık. Bir genç adam olarak benim gibi bir “Fosil” ile ne işin olduğunu hala anlayabilmiş değilim. Ancak, bayrak teslim edilmeli. Genç adam, sencileyin gençlerin varlığı büyük bir onur veriyor insana.

*(7)

O bol şaraplı, bol türkülü günlerde, inançlarımızı bilemek, ilkelerimizi kanatlandırmak için birlikte yüksek sesle söylemekten çok haz duyduğumuz bir türkünün dizeleri geliyor aklıma:
Ah senin o tekdirin bize abestir
Bu yiğitlik sana kimden mirastır
Eğer ki kulluğa verirsen destur
İnan üçten beşten senden geride kalan değilem.
Bu güzel türkü, günümün gençlerine o günlerden bir armağan olsun...

Her ne ise şaka bir yana, biz “Şaraplar Köyü”ne dönelim. İnan bana kurtuluş o köyde. Hani uzayda, kendi yörüngelerinde dönüp duran gezegenler, an eriştiğinde bir hizaya geliveriyorlar ya... Bunun adına da ‘Ekinoks Noktası’ diyorlar sanırım. Bana göre “Şaraplar Köyü” böylesi bir noktada oluşuvermiş bir işti. Ne var ki parladı ve söndü. Hayat mı dağıttı bizleri, biz mi savurduk yörüngelerimizden kendimizi; o güzelim ekibi bir daha yan yana getiremedik. Bu gerçeğin canımı çok yaktığını söylemeliyim. Bana hep, hem kendimiz hem de yurdumuz adına, avuçlarımızdan kayıp gitmiş bir fırsat gibi gelmiştir bu durum.

Keşke tekrar yan yana gelebilsek, aradan geçen bunca zamandan sonra Araplar Köyü’ne gidip oyunumuzu (eğer yerinde duruyorsa gene okulun önünde) bir kez daha oynayabilsek. Oysa bunun, gerçekleşmesi olanaksız, kupkuru bir hayal olduğunu çok iyi biliyorum.

Son olarak 1992 yılında Sönmez, Yücel ve ben “Bahar Noktası”nda yan yana geldik ve çok eğlendik. Neden mi? Yalnızca bu üçlünün ayırdında olduğu, seslere, sözlere dökülmeyen, ama “Leb Demeden Leblebinin” anlaşıldığı bir tını yayılıverdi çalıştığımız oyunun kılcallarına. Çünkü bu armoninin kökleri “Şaraplar Köyü”nden besleniyordu. “Şaraplar Köyü”nün deşifre ettiğin metnine dikkatle eğilirsen, Ekibin üyeleri arasında, bir jonglör maharetinde durmadan el değiştiren “Kavuklu / Pişekar” geometrisini lezzetle ayrımsayacaksın.

“Şaraplar Köyü”nün bir başka çarpıcı güzelliği, oyunun özü ve sözü ile hala çok taze kalmış olması. Metnin uyarı ve önerileri yazıldığı günden bu yana, yurdumuzun özellikle kıyı şeridinde, gündemin hep birinci maddesi olarak yaşandı; yaşanmaya da devam ediyor. Bu nedenle oyunu, harhangi bir kıyı köyümüzde yarın oynasak, bir tek sözcüğün bile yadırganacağını sanmıyorum.

*(8)

Saygıdeğer Hocamız Sevda Şener’in yazdığı son kitap olan “Yaşamın Kırılma Noktasında Dram Sanatı”ndan beni çok etkileyen bir tanımını olduğu gibi aktaracağım sana. Sayın Şener “(...) ben tiyatro sanatı deyince insana özgü olanla insana layık olanı birlikte düşündüren, bunu da insanı eylemi ile sınayarak yapan bir sanatı anlıyorum” diyor. Sanırım “Şaraplar Köyü”nün hala bu denli taze kalmasının nedeni, oyunumuzu her hecesi ile taşıyan bu güzel tanımın anlamında saklı.

Sevgili genç dostum;
Ihtiyarlamanın en belirgin göstergelerinden birinin lafı uzatmak olduğunu söylerlerdi de inanmazdım. Oysa, bir oyuncu tarif etmez, gösterir yalnızca. Başını ağrıttım galiba beni bağışla. Ama, gel iki cümlecik daha katlan bana. Kitap basıldıktan sonra, akranlarından bir ekip oluşturup, Araplar Köyü’nde, yeni bir “Şaraplar Köyü” oynamayı düşünmez misin?... Biz de gelir seyrederdik, belki de ufak rolleri oynardık, ne dersin ?... Sana, önünde uzayıp giden çetin koşuda sağlık ve başarılar diliyorum.

alpay izbırak
Temmuz 1998

*(9)

P.S. İlle de Araplar Köyü olsun demiyorum. Başka bir köy de olabilir. Nasıl olsa “O köy bizim köyümüzdür”...

------------------------------

FOTOĞRAFLAR

*(1)

Araplar Köyü kahvesi: Yüzü dönük olanlar soldan sağa- Yücel, Ayten, Sönmez, Sevinç... Sırtı dönük olanlar- Arsen, Leyla

*(2)

Araplar Köyü kahvesinde Abdülkadir Pirhasan (Vedat Türkali) ve ailesi ile birlikte...

*(3)

Sevgili Dost Taşçı Hüseyin.

*(4)

Oyunun provasında, Ayten, Arsen, Leyla.

*(5)

Provada, Sönmez, Yücel.

*(6)

Provada, Can ve Arsen.

*(7)

Provadan sonra, Taşçı Hüseyin'in yanında Barış Pirhasan. Barış'a çok şey borçluyuz. Bir oynarken habersizce oyunun sesini kaydetmişti. Sonradan bu bantları deşifre ederek oyun metnini kaybetmedik.

*(8)

Dönüş, Abdülkadir Amca, limanda bizim ekibi yolcu ediyor...

*(9)

Dönüş gemiye binmeden son anlar. Abdülkadir Amcanın kafamı okşayan elini hiç unutmadım...

ŞARAPLAR KÖYÜ / 1




*(1)
Sevgili kardeşim Ahmet;

Benden, yıllar önce Avşa Adası Araplar Köyü’nde, “Şaraplar Köyü” adını verdiğimiz şenlikli serüvenimiz üzerine yazı istemen büyük bir incelik. Bu, beni aklının aydınlığında ne denli güzel bir yere yerleştirdiğini gösteriyor. Sana bütün yüreciğimle teşekkür ediyorum. Ancak, yazı yazmak cesaret isteyen, son derece önemli ve çetin bir iş. Bense, “Şaraplar Köyü”nden bu yana hala bir garip oyuncuyum. Hani çocuklar, değirmi yapıp birleştirdikleri başparmakları ile işaretparmaklarını sabunlu sulara daldırıp havaya balonlar üflerler ya... Işte öyle bir oyuncu. Belki de Araplar Köyü’nde, o kadife gibi ılık, şarap tadındaki yaz gecesinde, havaya üflediğim oyunculuğumu, yere düşüp patlamasın diye altından usul usul üfleyerek, biraz garip, ama hayli kahırlı bir oyunu sürdürüp duruyorum hala...

Dostum;
yazı yazmak benim ne haddime. Her garip oyuncu gibi boyumun ölçüsünü bildiğimden, ama, ısrarlı istemini kırmaya da yüreğim elvermediği için sana bir mektup yazmaya karar verdim. Yazacaklarım, basılmasını düşündüğün kitaba uygun düşer, yer alır mı; artık buna sen karar vereceksin.

Bir kaç dakika önce okuyup bitirdim “Şaraplar Köyü”nün göz pınarlarımda yaşlar biriktiren buruk finalini. Anılarımın milat öncesinin (dile kolay, 30 yıl geçmiş aradan) puslarından sıyrılıveren görüntüler, sesler, kokular gelip kucağıma serpildiler. Öylesine heyecanlandım ki, yerimde duramadım, davrandım, bu mektubu yazmaya koyuldum. Oyunun kötü, kaderini, “Çingene Kadın”ın falına gizlediğimiz sözlerle başlatmış; dramatik gelişimin sonucunda ulaşılan karanlık batağın ortasında, gene aynı “Falcı” Kadın’nın, artık fal olmaktan çıkmış, insanları en has çözümlerin somut aydınlığına çağıran umut dolu çığlıkları ile bitirmişiz. Ne de güzel yapmışız...

İnsanın (o kişi hele bir oyuncu ise), yaptığı işler üzerine konuşması ne kadar güç (bir o kadar da nafile ve ayıp) bir iştir. Oyuncu ömrü boyunca yaptığı işlerden asla hoşnut olmamayı, bir ahlak değil, ama bir yöntem hatta yordam bellemiş biri olarak, “Ne de güzel yapmışız” derken çok zorlanıyorum. Ne var ki, bu güne kadar yaptığı işlerin hangilerinin doğru, hangilerinin yalnış olduğunun ayırdına varabilecek kadar çok yaşadım o güzelim sahnenin üstünde. “Şaraplar Köyü”, gerçekleştirdiğim işlerin atlasında, yalnızca en doğru olanı değil, belki de en güzel ve önemli olanı idi.

*(2)

Tiyatro sanatının dilimizdeki hoş ve çarpıcı tanımlarıdan biri “Iki Kalas, Bir Heves” değil midir?... Beni ben eden mesleğimin, düşlerle örtülü naif, kırılgan, ama umutlarla dopdolu, kahkahalı sapsağlam yapısı, bundan daha güzel dile getirilebilir mi?... Hayatımda “Şaraplar Köyü”nden başka, bu sözün özü ile bire bir ölçekte örtüşebilen başka işi yaşamadım. “İki Kalas”ımız, atlarından soyunmuş bir at arabasının kasası ve bir şarap fıçısı idi. Oyunumuzu aydınlatsın diye ağaçlara gazlı fenerler asmıştık. Oyun alanını, bir değirmiyi çizen aralıklarla yerleştirdiğimiz biriketlerle ayırmıştık seyirciden. Seyircimiz durmadan kıpırdayan ve kıkırdayan çocuklar, onların gerisinde kasketler en geride ise dizim dizim beyaz başörtülerinden oluşuyordu. Arkamızı, gecenin karanlığında fenerlerin ışığını, rengi atmış, hüzünlü bir okul önlüğü gibi yansıtan köy okuluna vermiştik. Üstümüzde ise, söylediğimiz türkülere yıldız tozları yağdıran enfes bir gece duruyordu. Evet, “Bir” de “Heves”imiz vardı; ama, nasıl “Yavuz” (bu sıfatı, oyunda sık sık tekrarlayan Yücel’den ödünç alıyorum) “Bir Heves”... Kızlı erkekli, omuz temasında “Bir orman gibi kardeşcesine” buluşmuş, gencecik “Bir” topak “Heves”...

O günleri ve hala özüm, gözüm gibi sevdiğim arkadaşlarımı hatırlıyorum. Sönmez (Atasoy), Can (Gürzap) ve ben bir yıl önce mezun olmuştuk Konservatuardan. Ben ise ne okuldan ne de Yücel (Erten) ile daha okula girmeden önce Halk Evleri’nde başlayan kadim dostluğumuzdan kopamıyordum bir türlü. Yalnış hatırlamıyorsam, Yücel, Leyla (Barutçu) ve Ayten (Uncuoğlu), Avşa Adası’na gittiğimiz yılın baharında bitirmişlerdi okullarını. İşte o yıl Yücel, mezuniyet sınavında sahneye koyacağı oyunda yer almak isteyip, istemediğimi sordu bana. Ben bir yıllık taze bir profesyoneldim ve benden istediği okulun tarihinde pek rastlanılır bir şey değildi. Hiç sakınmadan, çok sevinerek kabul ettim bu teklifi. Bir yandan Devlet Tiyatroları’ndaki görevimi yerine getiriyor, bir yandan da okula, Yücel’in sınav oyununun provalarına koşturuyordum. Hocalar sınavda beni karşılarında görünce pek şaşırmışlardı. Bir tek Salih Hoca (Canar), gözlerinin dibinde gülücüklerle “Okulu bu kadar çabuk mu özledin?...” diye sormuştu.

*(3)

Şimdi düşündüğümde “Dostluk” kavramının Yücel ile aramdaki arkadaşlığı, kardeşliği tam anlamı ile tarif edemediğini görüyorum. Çünkü, günümüzde “Dostluk”, “Aşk”, “Vefa”, “Sevgi” gibi kavramlar, asıl anlamlarından boşaltılarak o denli müsrifce kulanılıyorki. O yıllarda bizler için dostluk, aç kurtlar gibi okumak hiç bir ayrıntıyı kaçırmadan öğrenmek demekti. Mesleğimizde en iyi olabilmek için gereken doğru kararları alıp yılmadan, arayı soğutmadan çalışmak, çalışmak demekti. Eğitimimiz süresince ne Yücel’in ne de benim dört başı mağmur bir tatil yaptığımızı hatırlamıyorum. Kısa sürelerle bir su kenarına gider, tabiri caizse biraz çimip yılın yorgunluğunu üstümüzden atarak (ya da öyle olduğuna inanıp diyelim), yeni öğrenim yılına hazırlanabilmek için hemen okula dönerdik. Bu çalışmaları yaparken kendimizi bir an için olsun düşündüğümüzü (bu deli gayretli duyguyu hala üzerimden atabilmiş değilim) hatırlamıyorum. Çünkü “Yurdumuzu, milletimizi özümüzden daha çok seviyorduk”. İnancımız, ilkemiz; daha doğru bir deyişle ahte vefamız demekti. Devletin okuttuğu yatılı öğrenciler olarak borçlu idik insanlarımıza. Eğer bir halkımız varsa, biz vardık. Eyleyip işleyeceklerimiz, yurdumuzun güzel insanlarının, Ata’mızın öngördüğü gibi uygarlığın ışığını yakalaması doğrultusunda olacaktı. Bunun için yalnızca mesleğimizi yetkin bir biçimde icra etmek yetmezdi. Adı “Uygarlık” olan ustanın bağrından doğurduğu en mükemmel yapıtlarından biri idi mesleğimiz. Tiyatro ise, insanımızı uygarlığın mağmasına kadar götürebilecek olan bir araçtı yalnızca. İşte biz bunun için dosttuk. Birbirlerimizi ilkelerimizin aydınlığında hayata ayaklandırmak, ısındırmak, sevindirmek için dosttuk. Yalnız biz, “Şaraplar Köyü” ekibi; Yücel, Arsen (Gürzap), Ayten, Can, Sönmez, Leyla, mı böylesi dostlardık?... Yokluklarını içime bir türlü sindiremediğim, Harun, Sinan, Deniz, Yusuf, Hüseyin ve “Orman”ın koparılmış daha nice gencecik filizleri de bunun için dostumuzdular. Onların anlımı aklayan aziz aydınlıklarını bir kere daha yüreğimin ucu sızlayarak anımsamaktan onur duyuyorum.

Şimdilerde “68 Kuşağı” diyerek adlandırılan bu dostları, onlardan inceden tedirgin olan öğretmenleri, “Yaramaz Çocuk”lar olarak ünlüyordu. Ama, hiç birimize işe yaramaz, diyemiyorlardı. Tedirginliklerinin nedenini bu ekibin, okulu kötü yöneten idarecilere karşı başlattığı ve tüm öğrencilerin katıldığı yemek boykotundan sonra anladılar. Yıllardan 68’di Fransa’daki dostların çıtı bile çıkmamıştı daha. Yalnış bir şey söylemek istemem, sanırım bu boykot yurdumuzdaki ilklerden de biridir.

Ortalık tozu dumanına karışmış bir harman yerine dönüvermişti; “Şaraplar Köyü”nün o sıralar öğrenci olan boykotçu ekibi olarak (Ayten, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’de eğitim gördüğü için bize dışarıdan destek veriyordu), Öğrenci Derneği’mizin kısıtlı parası ile bir haftaya yakın bir süre, okulun tüm öğrencilerini üç öğün beslemiştik. Sönmezle birlikte, kilolarca kıymadan karıp kızarttığımız kuru köfteleri, bu ahir ömrümde çok eğlenerek anımsıyorum. Boykot devrin bağlı olduğumuz Milli Eğitim Bakanlığı’nı dize getirerek bizim isterlerimiz doğrultusunda sonuçlanmıştı.

Ok yayından çıkmıştı bir kere, bizler artık mimlenmiş “Persona”lardık. Doğrusunu söylemek gerekirse mimlenmeyi biz istemiştik. Yoksa o tarihteki bir çok akranımızın yaptığı gibi, “Etliye, sütlüye karışmadan”, sevimli gençler olarak, Devlet Tiyatroları’nda bizleri bekleyen kadrolarımıza yerleşir ve hiç zaman kaybetmeden, önümüzde yükselen şöhret merdivenini tırmanmaya yönelebilirdik. Oysa, işin bu faslı hiç mi hiç çekmiyordu bizi. Önemli olan şekerin yaldızlı kağıdı değil, ta kendisi idi. Bizim sorunlarımız yurdumuz tiyatrosunun üretimine değgindi. Az buz değil, tamı tamına beş yıl; öğrenim görmüştük?... Geceler gündüzler boyu Türk Tiyatrosu’nun sorunları üzerine konuşmuş, tartışmış, karnımızda mayalanmış sözler biriktirmiştik. Vakit erişmişti, bu sözler, zaman kaybetmeden, hayata kazandırılmalıydı. Yöneticilerimiz, önünde sonunda düşüncelerimizin genç ve diri aydınlığını benimseyeceklerdi; buna inanıyorduk.

*(4)

Ekibin tamamlanması için Yücel, Leyla ve Ayten’in mezun olmalarını bekledik. Insanoğlunun aya ayak bastığı yılın yazı idi, bütün ekip birleşip bir tatil yapmayı düşündük. Ancak, amacımız yalnızca tatil yapmak olmayacaktı. O yıllarda, Avşa Adası aranılan, beğenilen tatil beldelerinin başını çekiyordu. Devlet Tiyatrosu’ndaki abla ve ağabeylerimizin büyük bir çoğunluğu da yaz tatillerini Avşa Ada’sında geçiriyorlardı. Oturup düşündük, hep birlikte Avşa’ya gider, bir yandan tatil yapar, bir yandan da sanatçı ustalarımızla buluşup sohbeti koyulaştırırdık. Onlara, Tiyatromuz üzerine ileriye dönük düşlerimizi, tasarımlarımızı aktararak kendimizi tanıtmak istiyorduk. Oysa hiç de düşündüğümüz gibi olmadı. Ustalar, daha okulda, hakkımızda varılan “Yaramaz Çocuk” tanımının etkisi altındaydılar. Dinlemediler bile ne yakınlaştılar ne de yanlarına yaklaştırdılar. Bir tek, bizden bir kaç yıl önce mezun olan Sevinç (Aktansel), ekibin bir üyesi olarak yanımızda idi.


*(5)

Avşa serüvenin bana meslek hayatımda döne döne kullandığım çok sağlam ilkeler edindirdiğini göğsümü gererek söyleyebilirim. Bunlardan birincisi, belki de en önemlisi nedir bilir misin?: ‘Ne zaman umutsuzluğa düşersen mesleğine sarıl!...’ Sanırım bu yüzden düz ayak gerçek hayatımda söylemekte çok zorlandığım “Merhaba!..”, “Seni seviyorum”, “Artık senin yüzünü bile görmek istemem!...”, “Mutsuz musun?...”, “Dönüp bir de bana baksana!...” gibi cümleleri sahnenin üzerinde, peynir ekmek yemenin kolaylığında ve tadında söyleyebiliyorum. Ben, kendimi bildim bileli, içine gömülmüş kırılgan biriyim. Bu nedenle, güler yüzlü umutlarla, yüreğim kıpır kıpır gittiğimiz Avşa tatilinde ustalarımız tarafından bir güzel püskürtüldükten sonra bir ilke daha edindim: Bir Ağabey olmasını ben Avşa’da öğrendim. Sanırım bir Avşa öncesi ve sonrası var yaşamımda. Avşa’dan sonra hangi oyunda çalışırsam çalışayım, eğer kadronun en yaşlılarından biri ben isem, gençlerimi yüreğimin sıcağında sakladım, onların her türlü sorunu ile ilgilenip, onlarla çalıştığımız oyuna hizmet eden bir ekip oluşturmaya çalıştım.

*(6)

Evdeki pazarlığımızın çarşıya uymadığı Avşa tatilimizde, biraz afallamış, oyuncağını yitirmiş çocuklar gibi, sabahtan akşamlara dek deniz kenarında yatmaya başlamıştık. Teselliyi Sönmez’ciğimin (Ben hayatımda ondan daha “Yavuz” bir ahçıya rastlamadım) pişirip kotardığı yemeklerde ve şarapta buluyorduk. İmdadımıza gene tiyatro yetişti.

Avşa, geçirmekte olduğumuz bu yaz gibi çok sıcaktı ve vıcık vıcık insan kaynıyordu. Sıkılmaya başlamıştım, burada yapılacak hiç bir şey yoktu artık. Bir an önce Ankara’ya, kitaplarımın başına dönmek istiyordum, ama bu isteğimi ekibin birlikteliğini zedelemeden nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum. Günlerden bir gün, adanın öte yakasında, adı “Araplar Köyü” olan bir başka yerleşim birimi daha olduğunu öğrendik. Yanlış hatırlamıyorsam Sönmez, “Kalkın ahali gidelim!...” dedi; kızlarımızı Avşa’da bırakıp yola koyulduk. Türküler söyleyerek (o günlerde türkülerin eli tutulmadan yol yürünmezdi), ıssız bir keçi patikasını izleyip Araplar Köyü’ne ulaştık. Şu anda, “Araplar”a dair anımsadığım ilk anı “Sessizlik”... Köye girdiğimizde, yakıcı güneşin altında, cırcır böceklerinin ve denizin sesinden başka hiç bir şey duyulmuyordu. Büyülenmiş gibiydim. Sanki burada daha önceleri yaşamış gibi hissediyordum kendimi. Denizin kıyısındaki köy evleri, tepede depo gibi bir yapı (sonradan oranın bir şarap fabrikası olduğunu öğrendik), köyün bize aykırı bakan köpekleri, ağaçlar, ağaçlarda kuş sesleri... Hepi topu anımsayabildiklerim bunlar. Yürümekten yorulmuş, susamıştık.. mutlaka bir kahve vardır diyerek arandık, çardağına yaprakları kurumuş dallar atılmış kahveyi bulduk.

İşte, “Şaraplar Köyü” serüveni böyle başladı. Bana kitabın basımında kullanılmak üzere Yücel ile bir söyleşi yaptığını söylemiştin. Yücel’in hafızası benden keskindir, serüvenin tarihçesini daha doğru ve eksiksiz bir biçimde sıralamıştır. Bu nedenle yaşadığımız olayları bir kez daha anlatıp canını sıkmak istemiyorum. Ben, anılarımı eşeledikçe ortaya çıkıveren, belleğime kazınmış hiç unutamadığım anıları aktarmaya çalışacağım sana.

Güneşten kaçıp kahvenin gölgesine sığınmış olan köy ahalisinin, bizi görünce tedirgin olduğunu anımsıyorum. O tarihin çok yoğun yaşanan toplumsal olayları, insanlarda (özellikle yabancılara karşı) paranoid tepkiler geliştiriyordu. Biz kimdik?... Neyin nesiydik?... Terörist olabilir miydik?...Ortalığa çekingen bir “Merhaba!..” sarkıtıp, bir süre çıt çıkarmadan, uslu uslu oturup yudumladık çaylarımızı. Sesizliği, çakır gözlü babayiğit bir genç adam bozdu. Davranıp yanımıza geldi, “Hoş gelmişsiniz!...” diyerek masamıza oturdu. Sıcak kanlı, sözünün eri birine benziyordu. Hiç yabansılamadık, sanki onu tanıyor gibiydik. Kimsiniz, kimlerdensiniz faslı tamamlandıktan sonra, bu genç adamın, Araplar Köyü’nün Işçi Parti’li muhtarı olduğunu bildirdi. Yüreklerimizin ışığını yakan bu bilgiden sonra, sohbet daha bir koyulaşmaya başladı. Muhtar, Adalet Partisi’ni tutan babasından, köylüsünden, köyünün zorlu sorunlarından söz ediyordu yorulmadan. Kendimizi kaptırmış dikkatle dinliyorduk. Bir ara, masamıza biraz aykırı, uzak oturan köylünün, sandalyeleri ile birlikte bize usul usul yaklaştıklarını, hatta minik uyarılarla Muhtar’ın sözüne girerek sohbete katıldıklarını farkettim. Örneğin “Taşı Toprağı Altın Istanbul”un parke taşlarının, Araplar Köyü’nden sökülüp götürüldüğünü orada öğrendim. Garip değil mi, Istanbul’un sarayları da, Avşa’nın kardeş adası Marmara Adası’ndan koparılan mermerlerle inşa edilmişti. Muhtar devam ediyordu anlatmaya... Köy bir cennetti, balıkçılık, üzümcülük, taşcılık yapılıyordu; ancak, bu işlerden elde edilen gelir, aracı tüccarın elinde ucuza hiç ediliyor; emeğin gerçek sahibi köylü, boğaz tokluğuna, parmağını bile oynatmadan bolca para kazanan tüccara çalışıyordu. Köyü bekleyen bir başka tehlike ise, kazancı turizmde arayan umutların yol açtığı arsa yağması idi. Deniz kenarındaki birbirinden değerli üzüm bağları, üzerlerinde yükselecek ‘Tesis’lerin düşleri ile yok pahasına elden çıkarılıyordu.

Dinlediğimiz gerçekler burkmuştu yüreklerimizi, ama ne gelirdi ki elimizden. Üstelik vakit bir hayli ilerlemişti, yolumuz uzundu geri dönmek zorunda idik... “Hoşca kalın” demek için sohbetin bağlanmasını saygı ile bekliyorduk. Muhtar birden, bizi damdan düşürürcesine ayaklarımızı yere değdirdi; “Siz madem tiyatrocusunuz, burada bize bir oyun oynamalısınız...” deyiverdi.

---------------------------------------

FOTOĞRAFLAR

*(1)

Araplar Köyü İlk Okulu önü... 1969'un Temmuz güneşi... Oyun alanımız (sahnemiz) biraz sonra yapacağımız prova için sanki hazır halde...

*(2)

Son eklemelerden sonra (üzerinde "Şaraplar Köyü" yazan şarap fıcısı) dekor prova için hazır durumda. Taşçı Hüseyin de gelmişti provayı seyretmeye. Dekora, korka korka geçip oturdu ve bana ünledi: "alpay şurada resmimi al, sana yadigar kalsın"!... dedi.

*(3)

Yücel, ben ve Taşçı Hüseyin.

*(4)

Tatildeyiz... Metruk bir yeldeğirmeni bulmuştuk denize nazır... Şimdi yerinde bir tatil köyü vardır herhalde... Leyla Barutcu, Arsen Gürzap, Tülay Artuk, Ayten Uncuoğlu.

*(5)

Ayten...

*(6)

Arsen...