Sunday, December 23, 2007

* 15 *

Kendimi bildim bileli kediler hiç eksik olmadı hayatımdan.
Soluk almaya devam ettiğim her günümü, onlara duyduğum sevgiyi besleyip büyüterek yaşadım.
Sanıyorum, sanmaktan da öte sanki biliyorum, bu sevgi, annemin genlerinden eriyip süzüldü benliğime.

Kedilere amansızca vurgun biriydi anacığım.
Her evlat gibi bende pek sevdim annemi; ama, ona en çok, kedileri ve tiyatroyu sevdiği için hayran oldum.
Çocukluğum, Ankara’nın güzel semtlerinden Kavaklıdere’de geçti.
Adından da belli değil mi, Kavaklıdere, o tarihlerde, ortasından bahar mevsimlerinde coşup şırldayan bir dere geçen, bağlık-bahçelik, kedisi, köpeği, serçesi bol bir semtti .
Kavaklıdere’de birlikte yaşadığımız Anneannem – Büyükbaba’mın bağ evinde doğdum, büyüdüm.
Evimiz bir dönümlük bir meyva bahçesinin ortasına kurulu, çok şirin bir yuvaydı.
Çocukluğumun mevsimleri, evden daha çok, birbirleriyle sıkı-fıkı dost kedim ve kangalımla, alt alta, üst üste, kuşlar ve ağaçlarların arasında bu bahçede geçti.
Yaratılmış her şeyi sevmeyi, ama ağaçlara tapınmayı o bahçede öğrendim.
Büyükbabam son derecede titiz bir beyefendiydi, eşref-i mahlukatın hayvan diye kodlanmış olanları eve girsin asla istemez, izin vermezdi.



Ama pek sevdiği kızını ve beni kıramadığından, kedimiz Gümüş’ün özellikle, kış ayları, ayaza çekmiş, buz kesilmiş Ankara gecelerinde, kısa bir süre de olsa, içeriye girip ısınmasına ve bize kendisini sevdirmesine göz yumuyordu.
Gümüş, şahsına tanınan bu ayrıcalığın farkındaydı, eve girer sevinir, sevindirir, sobanın yanında sevgiye ısınır, doyar, kucağımdan kalkıp kapının yanına gider, dönüp yüzeme
“Haydi, açsana kapıyı, ben gidiyorum...”
gibilerden bakar beklerdi...
Bir kez olsun,
“Bak, bizim ihtiyarı kızdırmayalım, artık senin gitme zamanın geldi.”
demek zorunda bırakmadı beni.
Gümüş, kendi türünü pek andırmayan bir güzellikti.
Kediler, fazlaca mıncıklanmaktan, aşırı sevgi gösterilerine maruz kalmaktan hoşlanan kimlikler değildir...
Onlara, onların istedikleri zam(an) ve sürelerde yaklaşabilirsiniz...
Ama Gümüş öyle değildi, onu yaratan Evren’in ‘Karşılıksız Sevgi’sinden nasibini bolca almış bir gökkuşağıydı O.
Sevmek ve bolca mıncıklanmak hayatının en vazgeçilmez besiniydi.
Şişman tüy torbasının, gerçekten gümüş ışıltılatını yansıtan tüyleri yüzünden, annem ona Gümüş adını vermişti.
Sessiz, munis, ağırbaşlı, tok gözlü bir ‘Can’dı...
Önüne koyduğumuz yiyecekten başka bir şey yemeye kalkıştığını hiç hatırlamıyorum.
Yediği her yemekten sonra, yalanıp temizlenmeden önce gelir, sürtünerek teşekkürlerini bildirirdi.
Sanırım beni annemden mek parmak daha çok seviyordu...
Kediler gözlerden ırak yerlerde ölürler.
Artık çok ihtiyarladığı için eve almıştık...
Hastaydı, veteriner az günü kaldığını söylemişti.
Ne zaman kaçacak, yılkıya gidip gözden kaybolacak diye bekliyorduk.
Bir sabah uyandığımda battaniyemin altında ayaklarımda bir yumuşaklık hissettim.
Battaniyamden sıyrıldım, bir de baktım Gümüş uyuyor...
Dokundum ona ve ömrümde ilk kez ‘Ölüm’le tanışıp tokalaştım...
Gümüş, bana hayatı kıyasıya ve hiç bir karşılık beklemeden sevmek konusunu öğreten çok değerli, belki de ilk öğretmenimdi...
O’nu yıllar sonra burada anmaktan gurur duyuyorum.

No comments: