Tuesday, September 23, 2008

* 114 *




HADİ ÇAMAN'I DA YİTİRDİK


İlk ve orta öğrenimini Abdurrahman Paşa Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde eğitim aldı. Sonrasında Belediye Konservatuvarı'nda okudu. Amatörce ilgilendiği tiyatro sanatında 1962 yılında Dormen Tiyatrosu ve ardından Kent Oyuncuları'nın açtığı bir sınavı kazanarak Altın Yumruk adlı oyunda profesyonelliğe adım attı. Daha sonra Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosu, Nisa Serezli - Tolga Aşkıner Tiyatrosu, Miyatro (Müjdat Gezen), Şan Tiyatrosu gibi tiyatrolarda da onlarca oyunda oynadı. 1982 yılında Yeditepe Oyuncuları'nı kurdu. O zamandan beri aralıksız olarak Nişantaşı'ndaki kendi tiyatrosunda sanat yaşamını sürdürmektedir. Tiyatro dışında da çeşitli çalışmaları vardır: Çeviriler, uyarlamalar yaptı, oyunlar yazdı, yönetti. Döneminin tiyatro yaşamını konu alan bir kitap yazdı (Can Yayınları). Birçok dalda kişisel ve tiyatrosu Yeditepe Oyuncuları adına sayısız ödüller aldı. Bengi Şen ile olan evliğinden Efe adlı bir oğlu vardır. 15 Aralık 2007 günü, ALS hastalığı saptamasıyla oğlu Doç. Dr. Mehmet Efe Çaman'ın öğretim üyesi olduğu Kocaeli Üniversitesinde, Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi'nde yoğun bakıma alınmıştır. Türk tiyatrosunun nitelikli ve sevilen bir oyuncusudur ve tiyatrosu Yeditepe Oyuncuları'nda pek çok tanınan oyuncu yetişmiştir.

40. Sanat yılı nedeniyle yazdığı metin

"Yüze yaklaşan oyun. Bir o kadar ustayla, göz göze soluk soluğa geçen muhteşem günler. Dormen Tiyatrosu'nun ailevi ortamında başlayan daha sonra Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, Nisa Serezli-Tolga Aşkıner Tiyatrosu, Şan Tiyatrosu, Venüs Tiyatrosu'nu kapsayan yıllar... Ve yıl 1982. YEDİTEPE OYUNCULARI. Yirmi yıl, aralıksız ışık saçmak için verilen sonsuz savaş. Onlarca genç insana açılan kucak. Yazılan, yönetilen oyunlar, kazanılan sayısız ödül. En önemlisi, ülkemizde bir ilke imza atıp, bir müsamere salonundan, kültür merkezine dönüştürülen koca bir yapı. Kısacası bir ÖMÜR! Seve seve, özveriyle, içtenlikle, gönülden sunulan bir yaşam. O arada yetiştirilen, büyütülen, 30 yaşına erişen bir oğul. Hepsi ülkeme helâl olsun."


Monday, September 22, 2008

* 113 *


" Bugüne kadar resim sanatı alanında
Yapılagelmiş olanları inceleyeceğime
Kendini bütün dünyaya kabul ettirmişler
Arasında beni en çok saranlarını ayırarak
Onlara kendi aramalarımı, denemelerimi
Katacağıma
Alışılagelmiş, basmakalıp, hazırlop
Klişeleşmiş çiğnene çiğnene tadı tuzu
Kalmamış hiçbir şeyi tekrarlamayacağıma
Elimden çıkan her çizgiye
Her lekeye
Her renge
Her beneğe
Kendi aklımı
Kendi tecrübemi
Kendi tasamı
Kendi ömrümü, yüreğimi basacağıma
Aldığım nefes, içtiğim su, bastığım toprak
Gözüm, kulağım, burnum,
Elim, belim, dilim, derim üstüne
Yemin ederim.

Yemini bozduğum gün
Burdan giderim."

Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun atölyesinin girişine astığı yeminidir.

Hatırlattığı için Sevgili Nilay Hotalı'ya teşekkür ederim






Friday, September 19, 2008

* 112 *




Bilmem söyledim mi?...


Bilmem söyledim mi? Görmeyi öğreniyorum. Evet başlıyorum. Henüz beceremiyorum. Ama elden geldiğince zamandan yararlanmak istiyorum.

Örneğin, ne çok insan yüzü varmış da hiç farkına varmamışım. Bir sürü insan var fakat yüz daha fazla, çünkü her insanın yüzü birkaç tane. Aynı yüzü yıllar yılı taşıyanlar var; tabi eskir bu yüz, kirlenir, kıvrımlarından aşınır, yolculukta giyilen eldivenler gibi bollaşır. Tutumlu, basit kimselerdir bu gibiler; yülerini değiştirmez, temizlemeye bile vermezler. Nesi varmış derler ve kim onlara bunun aksini kanıtlayabilir? Şimdi madem birçok yüzleri var, ötekilerini ne yaparlar sorusu gelir akla. Saklarlar. Çocukları kullansın. Ama bu yüzleri köpeklerinin de takınıp sokağa çıktıkları olur. Neden olmasın yüz yüzdür.

Başkaları, yüzlerini korkunç bir çabuklukla takar takar, eskitirler. Yüzler önce hiç bitmez gibi gelir onlara; fakat kırklarına daha yeni basmışlardır ki, sonuncu yüzdür kullandıkları. Ama tabii, bir gün gelir başlar trajedi: Yüzlerini sakınmaya, idareli kullanmaya alışmamışlardır; sonuncu suratlarını bir haftada eskitip delik deşik ederler, bir çok yerleri kağıt gibi incelir, giderek astar gözükür; yüz olmaktan çıkar yüz ve bununla dolaşırlar.

Fakat kadın, kadın: Büsbütün kendi içine gömülmüştü; öne doğru eğilmiş, elleri içine gömülmüştü. Notre-Dame-des-Champs Caddesi’nde, köşedeydi. Onu görünce sessiz yürümeye başladım Yoksul insanlar, düşünceye dalmışlarsa rahatsız edilmemelidir. Bakarsınız, düşündükleri şeyi bulurlar.

Bomboştu sokak, boşluğun canı sıkılıyordu; ayaklarımın altından adımımı çekip, bir takunya gibi sağa sola fırlattı, tak tuk gürültüler çıkardı. İrkildi kadın ve kendini, ellerinden kopardı; o kadar çabuk öyle şiddetli ki, avuçlarında kaldı yüzü. Yüzünün oyuk kalıbının, avuçlarında durduğunu görebildim: gözlerimi bu ellerden ayırmamak, bu ellerden koparılıp alınanı görmemek, bana tarifsiz bir çabaya mal oldu. Bir yüze içeriden bakmak, bana dehşet veriyordu; ama ben, daha çok, çıplak çiğ etli, yüzü yok o baştan korktum.

Rainer Maria Rilke

Türkçesi: Behçet Necatigil







Sunday, September 14, 2008

* 111 *

Oyuncu ömrümün bir tiyatro mevsimi daha başlıyor

Tiyatro doğası gereği, adı "Bahar"lanmış iki mevsim arasında soluklanan bir beşinci mevsimdir.

Yapraklarına uykular yağan ağaçlar soyunmaya başladıklarında perdelerini açar, Uykulara doyup tazelenmiş dallar giyinirken, yorgun argın kapatır perdelerini.

Duvarlarına oyunlarımın afişleri iliştirilmiş 'Son'lu, 'İlk'li tam 40 tane bahar yaşadım.


Friday, September 12, 2008

* 110 *


MEKTUPLAR


CLAUDE MONET


Paris 29 Haziran 1868

Sevgili Bazille,

Eğer yetişebilecekseniz, en kısa zamanda yardımıma koşmanızı dilemek için yazıyorum size, hiç kuşkusuz kötü bir yıldızın etkisi altında doğmuşum. Kaldığım handa kapı önüne konuldum. Üstelik bir solucan gibi çırılçıplak, Camille’le zavallı küçük Jean’ımı köyde birkaç günlüğüne barınabilecekleri bir yere yerleştirdim. Bana gelince, bu sabah vardım buraya ve bu akşam, az sonra yapıtlarımla ilgilenen birinin yanında bir şeyler yapıp yapamayacağımı görmek üzere Havre’a hareket ediyorum. Bu mektubu alır almaz yapabileceğiniz bir şeyler varsa yazın bana ve sakın esirgemeyin yardımınızı; her ne olursa olsun sizden bir yanıt bekliyorum. Havre’a yazın bana, poste-restante, çünkü benim için hiçbir şey yapmak istemiyor ailem, dolayısıyla yarın nerede yatacağımı bilmiyorum.

Acılar içindeki gerçek dostunuz.
Dün öylesine allak bullak olmuştum ki kendimi suya atmak gibi bir düşüncesizlikte bulundum, neyseki kötü bir şey olmadı.
C.M.

Frederic Bazille’e mektup.




JAMES JOYCE


Ms. Cornell
Grand Hotel Corneille, Paris
21 Şubat 1903

Anneciğim,

Geçen Salı göndermiş olduğun 3 şiling 4 pens’lik havale tam zamanında elime geçti, çünkü kırk iki (42) saat ağzıma tek lokma girmemişti. Bugün yirmi saatten bu yana oruç tutuyorum. Bu oruç dönemleriyle öylesine haşır neşir oldum ki, param olduğu zamanlar ölesiye açlığım yüzünden göz açıp kapayana kadar bir servet (1 şiling) yiyorum. Umarım bu yeni yaşama biçiminin hazmıma bir zararı dokunmaz. “Speaker” ya da “Express”ten bir haber çıkmadı. Eğer param olursa bir ocak alabilir (bir lambam var) ve meteliksiz kaldığımda makarna pişirip ekmekle yiyebilirim. Umarım satılmış olan halı geçimini sağlamak uğruna elden çıkardığın yeni alımlarından biri değildi. Eğer öyle ise artık hiçbir şey satma, yoksa posta ile sana parayı geri göndereceğim. Kendi kendime yapabileceğim her şeyi yaptığımı sanıyorum, ama genellikle hep kıt kanaat geçiniyorum. Hiç kuşkusuz bugün yarın ücretim gönderilecek bana ve işte o zaman mutluluğum tamamlanmış olacak. Durumum öylesine kaygı verici ki, geceleri genellikle sabahın dördünden önce uyuyamıyorum ve uyanır uyanmaz yayıncılarımdan bir mektup gelip gelmediğini görmek için hemen kapının altına bakıyorum; inan bana gün gün ardına yalnızca çıplak döşemeyi gördüğümde acıyla kıvranıyorum ve açlığımı unutmak için yeniden uyuyorum. En hesaplı harcamayla gönderdiğin para ancak pazartesi öğleye kadar yetecek, sonra kuşkusuz yeniden oruç tutmaya başlayacağım. Pazartesi ve salı günleri karnaval olduğu için de buna çok üzülüyorum ve o günler Paris’te aç gezecek tek kişi kesinlikle yalnızca ben olacağım

Jim
Upa-Upa.

Mrs. John Stanishaus’ mektup.



CHARLES BAUDELAIRE

Beni ne kadar iğrendirse de, bana ne kadar üzüntü verse de yalnızca direnme gücümün sonuna geldiğimde yani çok aç olduğumda size geliyorum. Bu kadar acı yetmiyormuş gibi M. Aneelle bir de sizin izninizi istiyor; zamana ve yorgunluğuma rağmen Neuilly’de azıcık karnımı doyuracak ve birkaç gün yaşayacak kadar izninizi rica etmeye geldim. Çok elzem bu… Evinize çıkmıyorum, çünkü ihtiyacım olan bu şeyleri hangi sövgüler, hangi alaylar ve hangi aşağılanmalarla ödeyeceğimi bilmiyorum. İzninizi götürmek üzere hemen Neuilly’ye hareket edeceğim. Cevabınızı aşağıda, arabada bekliyorum.

Bu pusulayı yok edin, çünkü günün birinde bulunması sizin için utanç verici olacaktır.

Annesi Madam Aupick’e mektup (1847)



HENRI MATTSSE


15 Temmuz 1903

Sevgili Simon,

Pek yaşlı olmamama rağmen yaşamın bana verdiği küçüklü büyüklü, küçükten büyük acılar, yüreklice katlanmam kararlaştırılmış yükler ve tüm bunlara bir de mesleğimizin getirdiği paranın azlığı da eklenince resmi bırakıp yaşamamı sağlayacak tatsız, can sıkıcı ama yeterince para getiren bir başka meslek seçmeme ramak kalmıştı.

Simon Bussy’e mektup



OSCAR WILDE


26 Temmuz 1899
Chenneviéres-sur-Mame

Sevgili Frank, açıkta biraz paranız olup olmadığını, Transvaal size mi aittir, değil midir bilmiyorum; ama büyük parasal sıkıntı içindeyim ve eğer şairlerin önüne atmak istediğiniz 15 liranız varsa, bu parayı bana çek olarak göndermenizi dileyecektim sizden.. Beni hırpalayan, yaşamı dayanılmaz, iğrenç kılan otel patronları – bir kaplan gibi olan Marsollier otelinin patronu – tarafından korkunç derecede tedirgin edildim, oysa tek kuruşum yoktu. Her zaman sizin.

Frank Harris’ mektup


PAUL VERLAINE


Ocak 1887

Delicesine ihtiyaç paraya. Kesenkes böyle bu. Acil, çok acil. Kesenkes böyle bu. Acil, çok acil. Goncourt’u tamamlayacağım. Vouge için Lanetlenmiş Şiirler’i bitireceğim ve nihayet, sonbahara yetiştirmek üzere Aşk’a başlayacağım.

Delicesineihtiyaçparaya…..
Léon Vanier’e mektup.


30 Aralık 1895

Sevgili bayım,

Bu tam anlamıyla bir umutsuzluk çığlığıdır. Evde tek kuruş yok, hiçbir şey saklayamadım ve not a arthing at home and I want remedies and it is necessary to have five. Eugeney, not listanding all her courage is out of force and coruage.

If it were possible to you, how much thank-full for an immediate Money! Postayla gönderin ya da en iyisi siz kendiniz getirin.

Nice kederle, nice şefkatle elinizi sıkıyorum

Robert de Montesquio’ya mektup.





DOSTOYEVSKI


Wiesbaden, Perşembe 24 Ağustos 1865

Seni her zaman (pulsuz olan) mektup yağmuruna tutmayı sürdürüyorum. Salı oluverdi, saat öğleden sonra iki ve Herzen’den hala bir haber yok, oysa artık tam zamanı. Ne olursa olsun öbür günün sabahına kadar bekleyeceğim, ondan sonra küçük bir umudum bile kalmayacak… Durumum git gide inanılmaz bir hal alıyor. Sen gider gitmez, hemen ertesi gün, sabahın erken bir saatinde bana artık yemek de, çay da, kahve de verilmeyeceği otelden bildirildi. Durumumu anlatmaya çalıştım, şişman Alman patron bana yemeği “hak etmemiş” olduğumu, yalnızca çay servisi yaptıracağını söyledi. Dolayısıyla dünden beri yemek yemiyorum, besin olarak çaydan başka hiçbir şeyim yok. Çay da iğrenç mi iğrenç, çaydanlıksız servis yapılıyor; elbiselerim de, ayakkabılarım da artık fırçalanmıyor, zili çaldığımda kimse gelmiyor, Alman’dan da daha Alman hizmetçiler anlatılmaz bir nefretle davranıyorlar bana. Bir Alman için parasız olmak ve borcunu zamanında ödememek suçların en büyüğü.

İlerde tüm bunlara gülüp geçilecek, ama şimdi fazlasıyla rahatsız edici. Yani, Herzen bir şeyler göndermezse başıma büyük dertler açılmasını bekliyorum; işlerime el koyabilir, beni kapı dışarı edebilir ya da daha kötü şeyler yapabilirler. Alçaklık bu!

Hosçakal, sevgilim, seni yola çıkmadan önce bir daha görmeyeceğime inanıyorum. Benim bir parçam olan kimse için bunu düşünmek bile istemiyorum; en küçük bir hareketin bile açlığımı arttırmaması için oturuyor ve sürekli okuyorum.

Bütün yüreğimle kucaklıyorum seni.
Tanrı adına bu mektubu kimseye gösterme ve kimseye bir şey anlatma. Çünkü iğrenç.
Hep senin.

A.A.Souslava’ya mektup



PAUL GAUGUIN


10 Eylül 1897

Sevgili Daniel – sizi nasıl yanıtladığımın farkında değilim, kafam midem gibi boş, önümde berrak hiçbir şey, ve – hiç umut yok… Tek satıcı, yıllık gelirimi sağlayacak tek kimse yokken ne olunabilir, nasıl ayakta kalınır ki. İlerisi için, insanı her şeyden kurtaran ölümden başka hiçbir şey görmüyorum.

Yürekten sizin olan.

Daniel de Monfreid’e mektup.





ERIC SATIE


23 Ağustos 1819 Cuma

Sevgili Valentine – çok acı çekiyorum. Sanki lanetlenmişim gibi geliyor bana. Bu “dilenci” hayatı iğrendiriyor beni. Ne kadar küçük olursa olsun bir görev, iş arıyor & bulmak istiyorum. İçine etmişim sanatın! Pek çok tasa borçluyum ona. Sanatçılık, söylememe izin verin, “enayilerin” yapacağı bir iş. Bu doğru, çok yerinde terimler için bağışlayın beni sevgili dostum. Dört bir yana yazıyorum kimse yanıtlamıyor beni, tek bir dostça sözcük bile yok. Allah kahretsin. Bu yaşlı dostunuza hep iyi davranmış olan siz, sevgili dostum, yalvarıyorum size, mümkünse onu ekmeğini kazanabilecek bir yere yerleştirmeniz için yalvarıyorum. Neresi olursa olsun. En düşük ücretler bile kabulüm, emin olun. En kısa zamanda ilgilenin bununla: artık sonuna geldim & bekleyemeyeceğim. Sanat? Bir aydan fazladır tek bir nota bile yazamadım. Artık tek bir fikir bile yok kafamda, ne de olmasını istiyorum. O zaman?

Bayan Valentine Gross’a mektup…


Türkçesi: Yaşar İlksavaş



Tuesday, September 9, 2008

* 109 *


PROUST, HATIRA DEFTERİNİZE YAZSAYDI

19. yüzyılda İngiltere’de iyi ailelerin kızları arasında bir moda baş gösterdi:
Hatıra defterleri.
İçinde, defteri dolduracak kişiye yöneltilen, özel zevkleri ve kişiliğiyle ilgili sorular da bulunan bu defterler, doldurulduktan yıllar sonra tekrar açılıyordu. Marcel Proust da bu oyuna iki kez katıldı. İlki 1886’ya doğru, arkadaşı Antoinette Faure’un ısrarıyla, ikincisiyse 1893’te yirmi bir yaşındayken. Ancak Proust sorulan sorulardan pek hoşnut kalmamış olmalı ki, kendiside bir köşeye sorulmasını yeğleyeceği soruları yazmıştı. İşte Proust’un Hatıra Defteri Anketi:

1. Karakterimin temel özelliği
2. Bir erkekte olmasını istediğim en önemli özellik.
3. Bir kadında olmasını istediğim en önemli özellik.
4. Arkadaşlarımda en çok beğendiğim özellik.
5. En büyük kusurum.
6. Yapmayı en sevdiğim şey.
7. Mutluluk hayalim.
8. En büyük üzüntüm ne olurdu.
9. Ne olmak isterdim.
10. Hangi ülkede yaşamak isterdim.
11. En sevdiğim renk.
12. En sevdiğim çiçek.
13. En sevdiğim kuş.
14. Düzyazıda favori yazarlarım.
15. Gözde şairlerim.
16. Kurguda gözde kahramanlarım.
17. En sevdiğim besteciler.
18. En sevdiğim ressamlar.
19. En sevdiğim isimler.
20. En çok neden nefret ederim.
21. En nefret ettiğim tarihi karakterler.
22. En takdir ettiğim askeri olay.
23. En değer verdiğim reform.
24. Sahip olmayı istediğim Tanrı vergisi.
25. Nasıl ölmek isterim.
26. Ruhumun şu andaki durumu.
27. Bağışlayabileceğim hatalar.
28. İlke edindiğim özlü söz.

* 108 *

Ethan Gibss



ANTONI TAPIES


BAKMA GÖRME OYUNU


İyi bakmak için ne yapmalı? Bir şeye bakarken, onda “olması gerektiği söylenenleri” değil, olanları görmek için ne yapmalı?

İşte size oynamayı önerdiğim zararsız bir oyun.

Bakarken, yalnızca çevremizde bulunan şeyleri görürüz çoğunlukla, sonsuzluğun içinde yarım yamalak gördüğümüz, pek de ilginç olmayan üç beş nesne…

En basitinden bir nesneye bakalım, örneğin eski bir iskemleye. Önce önemli bir şey gibi görünmez gözümüze. Ama içerdiği tüm o evreni bir düşünün! Bir zamanlar yüce dağlarda, sık ormanlar içinde, dipdiri görkemli bir ağaçken onu kesip biçen elleri, dökülen teri; iskemleyi yapan marangozun keyifli çalışmasını, onu satın alanın sevincini, dinlendirdiği yorgunlukları, büyük bir salonda ya da bir kenar mahallenin yoksul yemek odasında, sırtında taşıdığı acıları sevinçleri… Her şey, kesinlikle her şey, yaşamı simgeler ve kendince önemlidir. En hurda iskemle bile, uzakta, ormanlar içinde topraktan yükselen özsuyunun başlangıçtaki gücünü taşır içinde; ve bir tahta parçasına dönüşüp ocakta yanacağı gün bile, ısı verip yararlı olacaktır bize.

Bakın, derinlemesine bakın. Ve gözünüzün önündeki her şeyin, içinizde uyandırdığı titreşimlere bırakın kendinizi; yeni giysiler ve açık bir yürekle konsere giden biri gibi yapın; dinlemenin sevincini tatmaya, tüm saflığı içinde yalnızca duymaya çalışın; piyanonun ya da orkestranın çıkardığı seslerin, ille de bir manzarayı, bir generalin portresini, ya da tarihten bir sahneyi canlandırmasını beklemeyin. Çoğunlukla resimden de böyle bir canlandırma bekleniyor yalnızca.

Konsere giden birinin dinleyeceği gibi bakmayı öğrenelim. Müzik, sesli biçimlerin, zaman içindeki istifidir. Resim görsel biçimlerin, mekanda istifidir.

Bir oyun bu. Ama oynamak, bazı şeyleri “öylesine” ve amaçsızca yapmak değildir. Oynarken… çocukluğumuzda oynarken, büyük olmayı öğreniriz. Oynarken… oynarken bir şeyler söyleriz, bir şeyler dinleriz, uyuyanı uyandırırız, görmeyene ya da gözleri bağlanmış olana görmesi için yardım ederiz.

Ona baktığınızda, resmin (ya da bu dünyada herhangi bir şeyin) nasıl “olması gerektiğini” ya da insanların çoğunun ondan neler beklediğini düşünmeyin. Resim her şey olabilir. Sağnaklar ortasında bir güneş pırıltısı olabilir. Bir fırtına bulutu olabilir. Yaşam yolunda bir insanın adımı olabilir; ya da neden olmasın? “Yeter!...” demek için yere vurulan bir ayak olabilir. Sabahın tatlı ve umut dolu havası olabilir; ya da bir hapishaneden taşan, ekşi pis koku olabilir. Bir yaradan akan kanın yaptığı leke, insanların mavi yada sarı göğe uçurduğu bir türkü olabilir. Şimdi olduğumuz şey olabilir; bugün olan, şimdi olan ve her zaman olacak olan şey olabilir.

Oynamaya ve dikkatle bakmaya çağırıyorum sizi…

Düşünmeye çağırıyorum.

(Türkçesi: Samih Rıfat)
* Barselona’da Katalanca yayınlanan çocuk dergisi Cavall Fort’un isteği üzerine yazılmış ve derginin Ocak 1967 sayısında basılmıştır
.




Monday, September 8, 2008

* 107 *

KİTAP YAKMA
Emrettiğinde rejim zararlı bilgiyle dolu kitapların
Halk önünde yakılmasını ve her yerde
Öküzler kitap dolu arabaları
Odun yığınlarına çekmek zorunda kaldığı zaman,
Bir kovulmuş yazar, en iyilerinden biri, listesini
Gözden geçirirken yakılanların,
dehşetle fark etti unutulduğunu
Kendi kitaplarının. Masasına koştu
Öfkeden uçarak ve bir mektup yazdı baştakilere,
Yakın beni! diye yazdı kanatlanan kalemiyle, yakın beni!
Her gerçeği söylemedim mi kitaplarımda? Şimdiyse
Bir yalancıymış gibi davranıyorsunuz bana.
Emrediyorum size:
Yakın beni!
BERTOLT BRECHT
Çeviren: Hasan Kuruyazıcı

Friday, September 5, 2008

* 106 *

ÖLÜ BİR OZANIN SAĞLIĞINDA YAZDIĞI
KENDİ MEZAR TAŞI İÇİN
YAZIT




Belki biliyorsunuz
Ben okul defterlerinde büyüdüm
Kalacakmışım onun için
Ölünce her boydan kağıtlarda




Ben ki herhangi bir akarsuyum
Puslu, bulanık
Gençliğini çoktan yitirmiş
Sıradan bir ovanın




Yaşamak ki bir sokaktı yaşandı
Aşılıp geçildi o da
Kalırım bir çağ gelir anarlar
Kalırsam kağıtlarda




İLHAN BERK


Fotoğraf: Oğuz Kurum



Thursday, September 4, 2008

* 105 *

Onlar ABC'yi öğrettiler
Che'yi biz öğrendik.
Sunay Akın

* 104 *


"Bacaklarım biraz daha uzun olsaydı,
belki de hiç resim yapmayacaktım."


"Yenilik zerre kadar önemli değil,
önemli olan tek şey var:
Bir şeyin özüne işlemek
ve onun daha iyisini yaratmak."


"İnsanın çirkinliği kendine,
ama yaşam çok güzel."

"İnsan kendi kendine katlanabilmeli."

Henry de Toulouse - Lautrec



Wednesday, August 27, 2008

* 103 *




sana
son nefesine kadar
ayaklarının üzerinde
kendinden emin
sevinçle
gururla
durmana yetecek kadar
güzelliklerle dopdolu
bir yaşam sürmeni diliyorum

hayatı
doğan her yeni günün
seni sevdiği kadar
aydınlık
ışıklarla görebilmene yetecek kadar
güneş doğsun üzerine

güneşi
daha çok sevmene yetecek kadar
yağmurlar yağsın kirpiklerine

ruhunu
her zaman capcanlı sevecen
tutmana yetecek kadar
mutluluk senin olsun

hayatında
önemsemediğin en küçük değerlerin
ne kadar büyük olduğunu
hatırlatacak kadar
acı çekmeni dilerim

isteklerini
doyurmaya yetecek kadar
kazancın hiç tükenmesin

hayat
sahip olduğun her şeye
hayran olmana yetecek kadar
vazgeçmeyi
kaybetmeyi
öğretsin sana


sonun gelip de
elveda dediğinde
merhaba
diyenlerin çok olsun



bir Aborijin duasının yeniden okunuşu




Friday, August 22, 2008

* 102 *


Kimi güzel ustalar oldu hayatımda, nurlu varlıklarıyla ömrüme sessizce doğuverdiler.
Kutsal bir ışığı taşırcasına yüreğimin çekirdeğine ektim onları ve hep benim oldular.
Adı güzel Baykal Ustam onlardan biri, belki de birincisidir.
Oyuncu ömrümün bağrına düşüveren göksel bir cemredir o, benim oyuncu peygamberimdir.
Yüreğimin ormanında büyüttüğüm en ulu çınarlardan biridir.

Onun çırağı olmaktan her zaman büyük bir onur, sınırsızca bir sevinç, engin bir güven duydum.
Bence gerçek bir usta, çırağına mesleğini öğreten değil, onu yaşadığına sevindirendir.
Ben, insan tadına ermeği, insan kıvamında kalmayı, insan olduğuma sevinmeyi Baykal Usta’mdan öğrendim

O, sahnede oyunculuk dilinin yazılı-çizili ABC’si gibiydi.
Bu alfebeyi okuyup kendi gramerinizin dokusunu örmek size kalıyordu.
Oynadığı her rolü, sanki bir dersi dinler, izler gibi defalarca seyrettim ve her defasında, bir dağ doruğu gibi yücelen varlığının karşısında, yoksul oyuncu benliğimi biraz daha genleştirip, zenginleştirerek ayrıldım tiyatrodan.

Birlikte çalışmak mutluluğuna erdiğim son işlerinden biri olan Nazım Hikmet’in Kuvay-ı Milliye Destanı, tam anlamıyla ikinci bir üniversite öğrenimi gibiydi benim için.
Oyunu icra ettiğimiz her gece, Ustam 8. Bab’ı söylerken, ben ve tüm genç oyuncular sahne gerisinde omuz omuza yan yana toplanıyor, onu sessizce dinliyor ve yeniden öğreniyorduk.
Sanki hep birlikte ibadet eder gibiydik…
Sahnede devleşen bu yapı, gündelik hayatında, son derecede mütevazı, neredeyse fark edemediğiniz bir kimliğe bürünür, yüreğinizin derinliklerinde mırıldandığınız sıcacık bir duaya dönüşürdü.

Sıkca bu kimliği ile geliyor düşlerime, yaşadıklarımı sanki bir Sait Faik öyküsünü anlatır gibi inceden inceye irdeliyor, akıl veriyor, beni asla kırmadan eleştiriyor, uyarıyor.
Bu düşlerden sevinçle uyanıyorum, gecenin hangi vakti olursa olsun kalkıyor, ustamın söylediklerini unutmadan not ediyorum.
Tekrar uyumaya döndüğümde geldiği için bütün yüreğimle teşekkür ediyorum ustama.

Onun için öldü diyorlar…
Gülüyorum sadece hem de kıyasıya gülüyorum…
Kim oluyor bu zavallı ölüm?...
Ne yapabilir benim koca çınarıma?...
Olsa olsa adam olabilmek için koluna girip bir yerlere götürmüştür..
Ve de benim Ustam onu da adam etmeye başlamıştır çoktan.

Başkalarını bilemem Baykal Ustam benim için ölmedi, üstelik beni buralarda koyup gittiğinden beri her gün biraz daha çoğalarak yaşıyor…
Değerli oyuncu büyük insan Baykal Saran anısına yayınlanacak bir kitapcık için sevdiklerinden istenen yazı üzerine düşüncelerimdir.
Biliyorum ona layık olmadı, ne var ki gücüm bu kadarına yetti.

Thursday, August 21, 2008

* 101 *

Oturan Boğa


Bana bak dostum

Giysi istemeye geldim senden

Sensin ömrümü uzatan

Ricamı dinle

Zambak kökleri için

Senden sepet yapacağım

Yalvarırım dostum kızma sakın

Sedir ağacı için yazılan bir kızılderili şiiri





"Bizler Amerika'da "Kızılderili'den toprağını alıp demiryoluna vermek" anlamına gelen "frontier etik"e duyduğumuz sevgi yüzünden hala acı çekmekteyiz. Bu etik hep "hiç bir şeye karşılık bir şey istemek" olmuştur. Amerika'da sınırlar açıldığı zamanlarda bile "etik" anlayışı yoktu... Ortak özelliğimiz olan "hiç bir şeye karşılık bir şey istemek" konusunda dürüst davranmadığımızdan, bu ülkede yaşayanlar olarak hepimiz "mutlu kapitalist" mitinin her zaman tutsağı olduk..."

David Mamet

(Oyun ve senaryo yazarı, tiyatro ve film yönetmeni)

Metni çeviran: Gülnur Güven


* 100 *

Oğuz Kurum




Fazıl Hüsnü Dağlarca

"içeri sait faik"




ABASIYANIK

Sana
Abasıyanık diyorlar
Gülümsetiyorlar beni

Aba kim sen kim
Doğru dürüst giysin bile yokken
Şapkan yokken
Pabuçların senden ayrı giderken
Seni tedirgin eden giysilerin değildi
O mavi gözlerinle gördüklerindi ancak

Nerde yoksul varsa
Nerde küs varsa
Nerde aldatılmış varsa
Nerde yalanlarla başbaşa kalmış varsa
Nerde dul varsa
Sen değil misin
Susuyorum bu akşam erken uyu diyorum


YILDÖNÜMÜNDE

Hangisidir diye düşünüyorum
Sait Faik'in en güzel öyküsü
Birdenbire güvercinler sarıyor yüreğimi
Tüyleri değişik biçimleri değişik sesleri değişik
Esen yelleri bile başka başka

Sonra gülümsüyorum
Sait Faik yaşadı mı yaşamadı mı
Bu ayrı bir öyküdür Sait Faik'ten başka



ÖYKÜ DIŞINDAKİLER

Nedir
Yazı yazanların
En önce yitirdiği?

Anneleri mi hayır
Kardeşleri mi hayır
Kendi yüzleri



AŞIK OYUNU

Aşık oynasaydı Sait Faik
Gece gündüz kazanırdı

Onun öyküleri
Geceleri gündüzdü
Gündüzleri gece



BOŞLUK

Dört dizeyle Sait'i anlat deseler
Bir dikdörtgen çizerdim
Sonra bütün çizgileri kaldırırdım
Derdim geride kalan boşluktur






Wednesday, August 20, 2008

* 99 *


ŞİİRYAZ YA DA YAZLI ŞİİRLİ
AFORİZMA DENEMELERİ

Gültekin Emre


Benny Karlsson

Yaz, kızoğlankızdır; şiir, kirazın kızlığının peşinde.

Yaz, mevsimlerin ablasıdır; şiir, ilkyazın mahçup abisi, kışın yorgun babası, sonbaharın telaşlı annesi.

Yaz, geçmişin soluk hüznüdür; şiir, hüzün denizinde boğulan.

Yaz, göçmen kuşun yuvasıdır; şiir, kuş yuvasında yumurta toplayan.

Yaz, sılanın eniştesi; şiir, gurbetin yelek cebi.




Frank Vetere

Yaz, göç mevsiminin sesi soluğudur; şiir, gelinin kızlık zarına takılı duvak.

Yaz, gül, menekşe, yasemin, ve daha nice koku cennetidir; şiir, usanmaz bir koku avcısı.

Yaz, gölgenin, serinliğin caneriğidir; şiir, koca memeli dalgaların ip merdiveni.

Yaz, sevgiliye kavuşma umududur; şiir, umudun bağrı yanık yakısı.

Yaz, düşün sapsarı bukağısıdır; şiir, bıçkın bıçağın biley taşı.


Ian Cameron


Yaz, malını mülkünü güze devredendir; şiir, devir teslimin yazıcısı.

Yaz limonatanın pastasıdır; şiir, pastanın doğum günü.

Yaz, bekenen sevgilinin gelmeyeceğini bilendir; şiir, sevgilinin geleceğinde direnen.

Yaz, hüzün sağanağında usanmaz bir uçurtmadır; şiir, uçurtmanın ipi.

Yaz, masalın tersten okunuşudur; şiir, şair ağacındaki en yeşil yaprak.


Jean Schweitzer


Yaz, imge kirazın ıslak dudağıdır; şiir, yüksek atlama şampiyonu.

Yaz, aşığa ısmarlanan buz gibi biradır; şiir, sevgiliye kurutulan gül.

Yaz, gölgede bir salıncaktır; şiir, salıncaktaki çocuk.

Yaz, aksatmadan güneş batırma seanlarıdır; şiir, yakamozlara mektup yazan.

Yaz, içkiyle sohbeti koyulaştırandır; şiir, yıldız kaymasında dilek tutan.



Bente D. Nielsen


Yaz, aşkın kısa ömürlü sponsorudur; şiir karanlığın mumu.

Yaz, anıların donkişotudur; şiir, korsanların hazinesi.

Yaz, narın nilüfere ilan-ı aşkıdır; şiir, nar çiçeğine konan arı,

Yaz, gövdenin gövdeye çok sık merhaba demesidir: şiir, terli sırtlara ter bezi.

Yaz, bir gün unutulacak resimler deposudur; şiir, şişedeki mektubun çocukluğu.

Emil Chan

Yaz, sevgilinin gözünün içine düşmedir; şiir, sevgiliyi geceye hazırlama.

Yaz, güneşin doğuşuna yetişememedir; şiir, güneşi batıran.

Yaz, imgelerin mührüdür; şiir, parmak izi.

Yaz, geleceğe tuzlu bir selamdır; şiir, selamı merhabaya çeviren.

Yaz, gelip geçici bir yolcudur; şiir, nereye girse göçmen.

Yaza yaza yaza varılır; yaşaya yaşaya da şiire.

(yaz gibi bir şiir okudum, dendiğini hiç duymadım; ama şiir gibi bir yaz yaşadı(k)m diyenleri çok gördüm)



Sunday, August 17, 2008

* 98 *


BAŞLANGIÇ
İdrakimizi değiştirerek verdiğimiz her karar yeni bir başlangıçtır.
Her başlangıçsa kanatları umutlardan yeni bir yolculuk…
Ya kararımızdan sapmadan yürür ya da duraklayıp başladığımız eşiğe geri döneriz.

Kararlarımız, yüreğimizin çekirdeğindeki ışığa verdiğimiz sözlerdir.
Bu sözlerle ilerler, öğrenir aydınlanırız.
Varıp ulaşacağımız yeni eşikler, hiç beklemediğimiz, ummadığımız sonuçlarla belirebilir önümüzde.
“Oyun, ancak sonunda ne olacağını bilmiyorsak oynanmaya değer.” demiş Michel Foucault…
Yeter ki kendimize verdiğimiz sözde duralım.
İyimserliğimizle, hayata ve kendimize karşı olan korkusuz, tüm hesaplardan yıkanmış, karşılıklar beklemeyen inancımız ve tüm masumiyetimizle yürüyelim.
Tıpkı sabahın seherine açıveren çiçekler gibi…
“Kendi kalbine bakmayanın yaşamı bulanıktır; kendi yüreğine bakma cesareti gösterenler, gönlünün muradını keşfedenlerdir. Dışarıya bakan rüya görür, hayal dünyasında kaybolur; içeriye bakanlar uyanır, kendini keşfeder…”
diyor Carl Jung.

Aldığımız her kararla başlayan yeni yolculuğumuz, kendimize sunduğumuz bir armağandır.
Evrenin sonsuz, derin ruhsal özünü, filizler süren, meyve veren bir amaca dönüştürmek adına verdiğimiz bir armağan…

“Bir insanın akıllı davranması için üç yol vardır:
Birincisi, iyi düşünmektir, bu en soylusudur. İkincisi, taklit etmektir, bu en kolaydır. Üçüncüsü, denemiş olmaktır, bu en acısıdır…”
diyor Konfiçyus.

* 97 *



zamansız koparılmış

gülün çığlığından

susan sesini solmuş





Fotoğraflar: ağlayan ağaç


* 96 *




"Kuşlar gibi insanlar da

yaşadıkları yerlerin derinlikleri azaldıkça

göç ediyorlar."

*
"Mavi çürümez bir düştür."



Alıntılar: Şükran Kozalı

Resimler: Dilan Sarıoğlu



* 95 *



Giacometti,
bir yangında
Rembrant'ın bir tablosu ile bir kedi yavrusu
arasında kalsa
kediyi kurtaracağını söylemişti...





Resimler: Meral Sarıoğlu

Saturday, August 16, 2008

* 94 *



Sonunda bitti…
Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi görünen “İlkbahar Sonbahar” filminin çekimleri sonuçlandı.

47 gün boyunca uyku yok durak yok, geceleri gündüzlere ekleyerek, 1500 metrelere doruklanmış bir yaylanın bağrında, börtü/böcek, yılan, kene ve yabandomuzlarıyla dudak dudağa, durmadan, tükenmeden esen, esmekten ziyade pataklayıp döven bir rüzgara karşı koyarak çalıştık, çabaladık.

Ama bitti…
Neler bitmez ki hayatta…
Sevdiklerime ve çalışma odama döneli tam bir hafta oldu.
Öylesine yorgun, bitkin ve dağılmış bir haldeydim ki yeni yeni gelmekteyim kendime.

Öğrencilik yıllarımda değerli öğretmenlerimden biri, “Oyunculuk zırdelilerin işidir…” der dururdu…
Sanki bizleri yaşayacaklarımıza karşı uyandırıp bilinçlendiriyordu.
Bu saptamanın tekrarlanan anlamını bir çok kez yaşamıştım ömrümde; bu kez derinden ve hayli zorlanarak bir kez daha yaşadım.
2008 yazının 47 gününe sığan olaylara dönüp baktığımda yaşadıklarıma inanamıyorum.

Nereden bakılırsa bakılsın ömrümün gerilerde kalan kırk yılının tüm devinimlerini salt tiyatroyu düşünerek yaşamış, çizmiş/bozmuş, yeniden anlamlandırıp kurgulamış biri için, çok farklı, ama paha biçilmez değerde bir deneyimdi.

Bencileyin, neredeyse kendini bildi bileli, tiyatrodan başka hiçbir şey solumamış, tiyatro ile uyumuş, her seherde gözlerini tiyatroya açmış biri için, yaşadıklarım başlı başına bir yeni öğretiydi sanki.

Gençliğimin Sinematek Günleri’nden başlayarak kendimi hep iyi bir sinema seyircisi olarak bilirim.
Bu konuda elime geçen her metni son satırlarına kadar okudum, öğrendim, hiçbir yeni filmi kaçırmamaya özen gösterdim, DVD icat olduktan sonra, göremediğim filmleri de takip edip izledim.
Sinemaya, bu sanatı var edenlere hayran oldum büyülendim.
İlgim, bilinçli bir seyirci olmaktan öteye hiç geçmedi.

“İlkbahar Sonbahar” bir tiyatro oyuncusu olarak ilk deneyimimdi.
Türk Sineması’nın tiyatro kökenli oyunculara, sıcak bir ilgiyle yaklaştığını biliyordum.
Ne var ki, bu deneyimden sonra, salt sinemada var olmuş bir çok usta oyuncuya bir kez daha aşık oldum.
Şu anda herkes kendi evinde kalmalı diye düşünmekteyim.

Çekimler boyunca, gecesine, gündüzüne kendim karar verdiğim, ağaçlarını, patikalarındaki çakıllarını kendim yarattığım, sesini, sessizliğini kendimce ölçüp biçtiğim, üzerine kendi avuçlarımla yağmurlar karlar serptiğim, bana her daim bir sığınak gibi gelmiş olan sahnemi çok ama çok özledim.

Çok şanslı insanlar bu sinemacılar. Onların dünyasında rastlantıya yer yok. En iyi sonuca ulaşabilmek için onlarca tekrar yapabiliyorlar.
Oysa tiyatro garip bir er meydanıdır ve söz ağızdan bir kez çıkar. Sonuç ya muhteşemdir ya da berbat…

“İlkbahar Sonbahar” serüveni, günleri iyice azalmış olan hayatımda, bir dönüm noktasıydı sanki.
Bugüne dek yaşadıklarıma dönüp adlı adınca bir kez daha bakmam gerektiğini düşünüyorum.
Son yıllarda bana kendini sık sık hatırlatan bir gerçekle yeniden yüzleşiyorum…
Ömrüm boyunca, mesleğimin de vazgeçilmez şartı olarak hep başkaları için yaşamış biriyim.
Bu son yıllarda kendim için hiçbir şey yapmadığımı dehşetle görüyorum.
Artık sıranın bende olduğunu biliyorum.
Dönüp kendimi kucaklamalıyım…



Tuesday, July 15, 2008

* 93 *

Yalova, Armutlu'da akla sığmaz güzellikteki bir doğanın bağrındayım.
Buraya geleli tamı tamına üç hafta oldu.
Evimden, sevdiklerimden uzaktayım.
Şu andaki çalışma odam, Armutlu Yaylası...
Yakınlardaki Uludağ'dan 250 metre daha alçaklarda bir seviyede imişiz;
öyle diyorlar.
Burada neredeyse hiç uyumadan çalışmaktayız.
Bir Yavuz Özkan filmi çekiyoruz.
Yavuz Usta'nın üzerinde dört yıldır çalışmakta olduğu son filmi bu.
Adı, şimdilik:
"İlkbahar Sonbahar"
Oyuncu ömrümün ilk sinema filmi.
Bu yüzden son derecede heyecanlıyım.
"68 Ruhu"ndan kanatlanan bir direniş projesi.
Ekip'in en yaşlısıyım.
Çevremde evlatlarım yaşında genç insanlar var.
Rarstlantı bu ya,
iki gün önce bir öğrencimle karşılıklı baba/oğul oynadım.
Hayat, bunca yılın inatlı yorgunluğuna bir ödül veriyor sanki.
Mutluyum...

Wednesday, June 11, 2008

* 92 *


MILOVAN VITEZOVIC
AFORİZMALAR
*
Kırık dökük iki yarı gerçekle büyük bir yalan uydurulabilir.
*
Kendime sığınmıştım, ama orada da buldular beni.
*
Cennet yolculuğu için bir bilete ruhunu satmıştır o!
*
Çağdaş Promete'yi içten içe kemiriyor kartal.
*
Siz bir yalancısınız, bu apaçık ortada. Uzaklardan geliyorsunuz çünkü.
*
En ilginç tarih, tarihsel düzenbazlıklar tarihidir.
*
Bizim tarih dediğimiz şey,
zaman sırasına göre düzenlenmiş karmaşalarıdır insanlığın.
*
İki sancıdan hangisi en büyükse onu yazmalı yazar.
*
Üzgünüm çok yeteneklisiniz!
*
Adem ile Havva, cinsel açıdan anlaşamasalardı hiç değilse.
*
Dahice budalalıklar yapan kişi,
budalalık yapmak için en ideal anı seçer.
*
"Alt tarafı meyve işte" diye dudak büktüğümüz alelade bir elma,
iki kardeş arasında bölüşüleceği zaman,
nice anlaşmazlıklar doğuran bir çelişki elması olur çıkar.
*
Ağzına geldiği gibi uluorta konuşanı en azından kendisi dinler.
*
Hepimiz birimiz içinse ben buradayım işte!
*
Bir halkın diş ağrısıdır hiciv. Dişi kökünden çekmekle ağrı durur.
*
Diyojen, Alaaddin'in lambasını bulmuş olsaydı eğer,
aradığı insan kavuşurdu.
*
"Karnım tıka basa doydu ve kuzu olduğu gibi duruyor daha",
diyor kurt, çobanı mideye indirdikten sonra.
*
Elma kendisi yüzünden Adem'in tüm yitirdiklerini Newton'a geri vermiştir.
*
Geleceğin temel enerjisi, umudun ışınlarıdır.
*
Gelecekbilimciler gözdağı veriyorlar bize:
Gelecekten kaçamayız!
*
Hicvin, özgürlüğün bir parçası olduğu ülkeye ne mutlu!
*
Gerçekçi olalım, olanaksızı isteyelim.
*
Masallardaki hayvanlar insanlardır.
Yaşamdaysa tam tersi.
*
Çevremiz budalalarla dolu.
Ama Dostoyevski yok.
*
"Alnını dik tut arkadaş!"
diyor cellat mahkuma.
*
Truva atı deyip geçme, o da döndürdü tarihin tekerleğini.
*
Bir fizik yasası:
Suda boğulan bir insandan uzaklaşan daireler, en yakın dairelerdir.
Çeviren: İrfan Yalçın

* 91 *




SÜMER - AKKAD

KISA YERGİLERİ



*
Bir yoksul ölürse, onu diriltemez:
Ekmek var da tuz olmayacaksa,
tuz var da ekmek olmayacaksa,
et var da salça olmayacaksa,
salça var da et olmayacaksa


*
Köpeksiz köyde,
tikilerdir bekçilik edenler.


*
Sakatlar kentinde
topal ayağına çabuktur.


*
Devlet yitirince,
kolluk kuvveti zenginler,
devlet kar edince,
memur zenginler.


*
Karın yoksa
çocukların yoksa
halka da yoktur burnunda.


*
Sık sık evlenmek insanidir.
Sık sık sevmek ilahidir.


*
Yuvası pek yüksekte,
aşağı inemiyor.
Yuvası pek alçakta,
yukarı çıkamıyor.


*
Ağzı kadar elini de oynatabiliyorsa
yazıcı gerçekten yazıcıdır.


*
Tilki dişlerini gösterir
ama başı titrer.


*
Eşeğine sövüyorsan
yükünü kendin taşımak zorundasın.


*
İnek eşelenir ve tepinir ama
kaldırdığı toz kendi gözüne kaçar.


*
Kendini mutlu hissetti, evlendi;
aklı başına geldi, boşandı.


*
Kamış gibi değil, eğilip bükülmüyor.
Kellesi giden insanlar örneği.


*
Sağ elinde bir armağan taşıyor,
sol elindeyse bir şarap testisi.


*
Bir tanık gibi konuşmak
dikenlere değmeden meyveleri
toplamak gibidir.


*
Kimileri yılanları yakalar
kimileri yardıma çağırır.


*
Götübüyük olanın,
masrafı da büyüktür.


*
Kim benden süt ister
gelir ineğimi sağar.


*
Öldüğüm zaman bana mezar kazmayın,
yaşarken yitirdiğimi orada bulacak değilim.



Çeviren: Eray Canberk


Wednesday, June 4, 2008

* 90 *


Usta Sanatçı Güzin Tezel,
"Modern Aşklar"
adını vermiş fotoğrafına,
yayınlarken bir de not eklemiş altına:
"Raf ömrü 3 gün"
demiş...