Wednesday, July 18, 2007

kaç mevsim

kaç mevsimin yağmur mavisinden süzüldüm geldim
ardımda bir demet serçe
yedeğimde
onca rüzgarın kanatlarında serinlemiş ağaç tohumu
onca çiçeklenmiş yaprak
dilimlenmiş ekmek kokusu
canımı nakışlayan
her sabahın ilk ışıkları
daha hiç söylenmemiş sözcükler gibi
sustular
sözlerini unuttuğunuz şarkılarda
onca ayak izi
onca elyazısı
takvim sayfaları
eski fotoğraflar
kurutulmuş çiçekler
paslanmış kilitler
ucu yontulmuş geceler
penceremin önünden geçen onca kar tanesi
yıldız tozlarıydı
avuçlarımdaki bulutların
odalarımıza kirpiklerimize bakışlarımıza sinmiş
hayatın zakkumu
küfrün buruk acısıydı
eridi gözyaşlarıma karıldı
eski balkonlarda kurutulan biber zerdali nane
beni bana erdiren simitçi çocuklar
durdular
yürüdüler
kaldılar
köklerime eriyen ağaçların gölgesiydi
parmak izlerimle yazdığım
şarkımın duvarlarına
ne kalacak geriye canımın yorgun kanat uçlarından
suyun mavisi
ve
karanfil kokusu
yalnızca

bir de
güze yürüyen yaz gibi
yüreğimin biçimini alan hayat

DÜNYA



Dünya, dünya dediğin, senin bir aksin yalnızca.
Bunu idrak ettiğinde ondan kurtulursun.
Sen kurduğun düşlerden daha gerçek değilsin.
Dünya,
senin üşüyen/susuyan/terleyen/gülen/ağlayan tenin...
Bir damlasakızı dünya,
dişlerinin biçiminde.
Bir kile ekmek hamuru,
üzerinde parmak izlerin...
Buraya seyretmeye değil,
seyrolup yaratmaya geldin.
Dünya,
sınırsız oluşun aynası bakip da kendini seyrettiğin.
Göz köklerine düşen görüntüler,
senin öykülerin, anlatmayı seçtiğin...
Durmadan giyinip soyunduğun roller,
terketmen gereken kafeslerin.
Senin kadar sağlıklı,
senin kadar hasta bu dünya;
sencileyin cennet,
sencileyin cehennem...
Tut elinden kendini,
düşleyen, yaratan, seven 'İnsan'a doğru götür.
Zira, yürüdüğün yolda sana,
senden başka engel yok...
Evinde,
yüreğinde sev kendini kıyasıya...