Monday, April 16, 2007

"SAVAŞ İKİNCİ PERDEDE ÇIKACAK"

16.Nisan.2007
13:35
Ben bir oyuncuyum.
Oyuncu olamadan önce,
insandım sadece.
Sonra,
bir çok insan oldum,
bir tek insandan daha çok
doğdum - hatırladım - öldüm.
Ben bir insandım, sonra oyuncu oldum...

Bu rastgele satırlar, geçen hafta başında Oldrich Danek’in “Savaş İkinci Perdede Çıkacak” adlı oyununu yeniden okuduktan sonra, yanıbaşımdan hiç eksik etmediğim not defterime dökülüverdi.

Bu güzel oyunu dilimize kazandıran biricik dostum Yücel Erten, yıllar önce tercüme etmekte olduğu bir oyundan söz etmişti, bir ayak üstü sohbetimizde.
Çevirdiğim oyunun adı: “Savaş İkinci Perdede Çıkacak” demişti.
Bu ad pek ilginç gelmişti bana.
“Maestro, her oyun başlı başına bir meydan savaşıdır zaten, gene ne işler açmaktasın başımıza ?!..” diye sormuştum.
“Bekle !...” demişti, “Oyun kitap olarak basılacak...”

Dediğine uyarak merak içinde, sabırla bekledim.
Konuşmamızın üzerinden çok zaman geçmedi gerçekten, bu önemli çağdaş oyun, “Öteki Yayınları” tarafından tiyatro severlere sunuldu.

Kitabı basılır basılmaz ilk okuyuşumda son derecede etkilendiğimi anımsıyorum.
“Savaş İkinci Perdede Çıkacak”, yazarın Vladimir Bendl adını verdiği çok ünlü bir Çek tiyatro oyuncusunun, 1920’lerde başlayıp, ölümü ile noktalanan, akıllara durgunluk verecek kadar aşkın oyunculuk tutkusu üzerine yapılanıyordu.
Bir insan düşünün; hayatı, ‘Sahne’sinin dışında başka hiç bir yerde seçmeden yaşıyor ve ölüyor...
Vladimir Bendl’ın handiyse marazi sayılabilecek saplantılı oyunculuk tutkusu, oyunu okudukça hayretlere savurmuştu beni.
Oyun boyunca ezberlediği oyun sözleriyle beslenip soluk alan Bendl, artık o sözleri ezberleyemez hale geldiğinde sessizce ve insanca son nefesini veriyordu.
Oyunun ikinci perdesinde patlak veren İkinci Dünya Savaşı bile o ihtiraslı oyuncu adamı durduramıyor; sahnesinin üzerindeki büyülü ışığını söndüremiyordu.
Çekoslavakya’yı bir günde ilhak eden Faşizme direnen arkadaşlarını, karşı karşıya kaldığı baskılar sonunda, sadece oyun oynamaya devam edebilmek adına ihbar ediyordu Bendl...
Net olarak anımsıyorum, oyunun son cümlelerini okuduğumda, boğazıma takılıp kalmış bir yumrukla, oturduğum yere çakılmış ve okuduklarımı düşünmüştüm uzunca...

Evet, “Savaş İkinci Perdede Çıkacak”ı geçen hafta başında kitaplığımın raflarında uyuduğu yerden indirip yeniden okumam farz oldu.

Çünkü, sevgili dostum Yücel Erten, bir gece vakti telefon ederek, ikinci perdesine savaş bulaşmış bu oyunu sahnelemek üzere olduğunu ve bu yepyeni projede, benim de oynayacağımı muştuladı.
Değerli Yönetmen yıllar önce, oyuncu ömrümün en hoş yaratımlarından biri olan Euripides’in “Troyalı Kadınlar” adlı tragedyasında hem oynayıp hem de kendisine reji asistanlığı yapacağımı, gene bir gece telefonu ile bildirmişti.

Otuz dokuz yıldır profesyonel hayatımı sürdürmekte olduğum Devlet Tiyatroları Kurumunun en parlak Genel Müdür’lerinden biri olan Sevgili Maestro’mun (Uzun yıllar var ben onu bu sıfatla anmaktayım), sahnede yeniden yarattığı bir kaç oyununda çalışma onuruna ermiş bir oyuncuyum ben.
Bu oyunlardan hiç aklımdan çıkmayanlarından ikisi William Shakespeare’in “Hırçın Kız”ı ve Shakespeare’den daha çok Can Yücel’in olan “Bahar Noktası”dır...

Yakın tarihlere kadar oyuncu yaşlarımı bezeyen her yeni oyunun adını ve sayısını aklımda tutuyordum.
Son yıllarda ucunu bıraktım bu sayıp-dökme işinin.
Çünkü, giyinip soyunduğum rollerin sayılarından ziyade, o rollerin ruhumu dönüştüren özlerinin önemini kavramaya başladım.
“Savaş İkinci Perdede Çıkacak”ın kaçıncı serüven olduğunu gerçekten bilmiyorum.
Ancak, Sanırım Elli sayısına yeni bir küsurat ekleyecek.

Ne var ki, bu son oyunun hayatımda hiç unutmayacağım bir yeri ve önemi olacak.
Meslek hayatımın otuz yedinci yılında Ankara’dan tayin olduğum İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda, kadrolu olarak oynayacağım ilk oyunun adı, “Savaş İkinci Perdede Çıkacak” olarak kalacak.

Kimi yol arkadaşları vardır, onlarla çıktığınız her yeni yolculukta hayatı yeniden keşfedersiniz. Değerli arkadaşım Yücel Erten, işte böylesi bir rehberdir. Onunla birlikte kanatlandığım her gökyüzünden, daha önceleri hiç ayırdında olmadığım başka mevsimlere süzülüp konduğumu öğrendim.
O, yalnızca, oyuncuların ‘Can’ ışıklarını, yönetip, yönlendirerek, oyuncu varlıklarına yeni biçimler kazandırmak için özel olarak yaratılmış bir kuyumcu ustasıdır.

İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda üstleneceğim bu ilk görevde, değerli yönetmen Yücel Erten ile omuz omuza çalışmanın benim için çok farklı olan bir anlamı var.
Yurdumuzda, mesleklerini İstanbul’un uzaklarında bir yerlerde icra eden oyuncuların çok iyi bildikleri bir farklılıktır bu.
Eski Başkent İstanbul’un, Dünya Tarihi’ne nakışlanmış konumundan kaynaklanan, ayrıcalı öneminin dayattığı bir farklılık...
Cumhuriyetimizi kanayan bağrından doğurmuş, çağdaş batılı yeni Başkent Ankara, inançlı, inatlı direnmelerine rağmen bu farklılığa yenik düşmüştür.
Çünkü İstanbul, dünya tarihi boyunca renkli/ışıltılı/şehrayinli/nakışlı/yakamozlu bir vitrin ola gelmiştir.
Denizden devr aldığı imtiyazı iyi kullanmış, ender dünya limanlarından biridir güzel İstanbul.
Cumhuriyetle Çağdaş Batı’nın hizasına kaydolan ulusumun batıya yelken açabilmek için ulaşması gereken son duraktır İstanbul...
Ankara’lı yıllarımda Sevgili Yücel Usta, İstanbul’da bir oyun sahnelediğinde, İstanbul’lu arkadaşlarıma gıpta eder dururdum.

İşte yıllar sonra, meslek hayatım boyunca yaptığım turnelerle misafir olarak boy gösterdiğim bu vitrinde şimdi ev sahibi konumundayım.
Bunca yıldan sonra ilk kez, bir oyunu Ankara’nın dışında, bir başka kentte çalışacak ve o kente armağan edeceğim...
Bu demektir ki, prova edeceğim en son rolü, bu yeni kentin otobüsleri, dolmuşları, büfeleri, motor ve vapurları, parkları, kitap evleri, sahil yolları, cafeleri ve metro vagonlarında düşünüp yaratacağım.

Yeni bir rolü çalışmak, hiç aşina olmadığım bir kimliğin “eti, kemiğine bürünerek” yeniden görünmek oldu benim için.
Sancılı ve kahırlı bir işçiliktir bu süreç.
Çünkü, insan doğasının kimyasına aykırı bir müdahaledir.Bir bakıma insan ruhu üzerinde türlü simyaların neşterleri ile yapılan bir ameliyattır.
Zira oyuncular kendi öznelerini, kendilerine nesne kılan alışılmadık garip yaratıklardır.
Bir oyuncu hem resimdir hem de ressam.
Her yeni rolle, ruh ve bedenlerini yeniden yontan yontuculara benzer oyuncular.
Üstelik, bir önce yonttukları formu asla andırmaması gereken yepyeni bir formun ‘Öz ve Biçim’ sentezine ‘Can’larının soluğunu üflerler.
Bu, bir kez daha yeniden ‘Can’lanma eylemi, asla başı bozuk kararlarla, akla ilk gelen çözümlemelerin uygulanıverdiği, ben dedim-yaptım ya, oldu-bittileriyle geçekleştirilen bir süreç değildir.
Kendi ruhunuz ve bedeninizde ‘Can’landıracağınız yeni ‘Kimliğiniz’, en azından sizin kadar sahici ve insan tadında olmalı; hatta taşımakta olduğunuz insanca anlamları doğrulayıp, yenileyerek sizi aşmalı, gerilerde bırakmalıdır.
Kaldı ki üzerinde çalıştığınız her yeni rol, eğer ilk kez sizin tarafınızdan etüd edilmiyorsa, sizden önce bir çok oyuncu tarafından defalarca düşünülmüş/taşınılmış; ölçülüp/biçilmiş; farklı nabız atışlarının tartımlarında karar kılınmış; başka hançerelerde sokulanıp, ‘Ses’lenmiş; birbirine benzemez elleri-gözleri-omuzları-diz kapakları-topukları olmuş; birbirini tutmaz esvaplar kuşanmış; bambaşka sinir sistemlerinin artellerinde yeniden, bir daha yeniden yapılanmıştır.
Oysa sizin canlandıracağınız yeni ‘Kim’liğiniz, tıpkı sizi kimseciklere benzemez, tek ve biricik kılarak yaratan ‘Hayat’ın üstesinden geldiği gibi “Tek” ve “Biricik” olabilmelidir.

Bana göre bu dünyanın en zor, meşakkatli işçiliklerinden biridir oyunculuk. Çünkü bir oyuncu, asla başedemeyeceği kadar tam ve kusursuz olan Baş Oyuncu Hayat’la hesaplaşıp yarışmak zorunda olan yalnız bir yaratıktır.

Bundan önceki en son hesaplaşmam, Ankara’da oynadığım Arthur Miller’in “İki Pazartesinin Hikayesi” adlı oyunu idi.
Bana göre Arthur Miller’in baş yapıtlarından biri olan bu oyunun, dünya tarihinin 1930’lu yıllarını Chekov’ca dokunuşlarla yansıtan narin, kırılgan dramatik örgüsü, yönetmenin hoyratça bulduğum müdahaleleri ile bir hayli zedelenmişti.

Yönetmenin yorumuna rağmen, Miller’den geriye kalan alt metinleri oynamaktan mutluydum...
Oyunun kadrosunda, dostlukları ve sevgileriyle canımı nakışlayan Erdal Küçükkömürcü ve Sinan Pekinton ile birlikte oynuyor olmak ise bir başka armağandı.
Ama, “iki pazartesili” serüvenin en doyulmaz sevinci, Erdal ve Sinan’ın eğitmekte oldukları gençlerle omuz omuza oynamak olmuştu.
Benim de öğrenim görmekten büyük onurlar duyduğum okulumun en son öğrencileriydi bu gençler.
Sahne üzerinde sanki torunlarımla birlikteymiş gibiydim.
Bu bir ömür boyu unutamayacağım, tadına doyulmaz bir sahne deneyimi oldu benim için...

“İki Pazartesinin Hikayesi” Ankara’lı oyuncu varlığımın son virgülü oldu.
2005 yılı Mayıs’ında İstanbul’a göçtükten sonra bir tiyatro sezonu boyunca görevim olmadı.
Ömrümüm ilk kez bomboş geçen ilk sezonu idi...
Meslek hayatı boyunca her tiyatro mevsiminde en az iki görev yüklenmiş bir oyuncu olarak çok zorlu günler yaşadığımı söylemeliyim.

Şükürler olsun Tanrı’ya bir işim var artık.
Ve de ben, gene her sabah, sırtımdan çıkan kanatlarla provalarıma koşuyorum, yollarda, sessizce bir gece önce oyun üzerine çalıştığım ev ödevlerimi gözden geçirerek.
Provalardan her eve dönüşlerimde, kaçan uykularıma yenilerini ekleyecek bir dolu ev ödevi getiriyorum çantamda duran ezberleyeceğim oyun metnim ile birlikte...

Karar verdim kendi kendime, son provamın etüdlerini bu sayfalarda sizlerle paylaşacağım.
Böylesi bir işi, önceleri, bir kaç kadim dostuma yazdığım uzunca mektupların dışında hiç yapmamıştım.
Çalışmalarım ya oyun metinlerinin kenar boşluklarına ya da not defterlerime kaydettiğim notlar, düşünceler, değiniler olarak kalırdı.

Yazdıklarımla yakınlarımın dışında kaç kişi ilgilenir bilmiyorum, bu hiç de umrumda değil doğrusu...
İlgi duyacaklarını düşündüklerimi haberdar edecek ve gerisini onlara bırakacağım.
Ancak bu paylaşımın, bir garip oyuncunun sancılı kıpırdanışlarını bilmeniz açısından ilginç olabileceği konusunda umutluyum.
Bir de şunu biliyorum, sahnenin gerisi, insanların ilgisini daha çok çekmiştir.
İtiraf etmeliyim ben de aynen öyleyim.
Bana bırakılsa, bir oyunun prova sürecini, bütün çıplaklığı ile, her gece insanların önünde sergiledikten sonra, bir ya da iki genel prova yapar o oyunu yenisini çalışmak üzere sahneden kaldırırdım...
Bence her gece izlenilen oyundan daha değerlidir, o oyunun sahnelenme sürecinde yaşanan acılar ve sevinçler.
İşte ben bu yaşantı parçalarından çok önemli bulduklarımı ömrümde ilk kez sizlerle paylaşacağım.
Bir bakıma, içimi tüm mahremiyeti ile sizlere açacağım.

Değerli ustam, öğretmenim Yıldız Kenter’in yüreğime kazınmış bir deyişi vardır:
“Mutluluk yaşanmaz, anımsanır” diyor büyük Usta...
Oyunculuk da aynen böyledir; her gece havaya yazdığımız çivi yazılarımız, anılarınızda hatırlamananız için kaybolurlar sahnenin alaca karanlığında...
Sahnelenmiş her oyundan geriye bir kaç fotoğraf ve kaydedilmiş ses ya da görüntü bandı (eskiden bunlar da yoktu) kalır...

Ben bu yazı ile birlikte son oyunun yeni alfebesinin çivi yazılarını sizlerle paylaşmaya başladım...
Hepimize “Kolay gele”!?...

2 comments:

Anonymous said...

Merhaba.
Bu adreste buluşmak ve yazılarını okumanın sevinci gözlerimde parlıyor. Şu an elimde Danek'in -seninde bahsettiğin- öteki yayınlarından çıkan metni duruyor abi. Oyunu ilk okuduğumda nasıl bir heyecan sardıysa beni, nasıl etkilendiysem, bu duygulara kardeş başka duyguları da aynı yoğunlukla yaşıyorum. Bu metni, yetkin kişilerin elinden sahne üzerinde görme duygusu heyecanlandırıyor beni. Bu kadar güzel bir oyunu (belki) izleyemeyecek olmanın üzüntüsü de caba. Ben şimdiden Ankara'ya turne yapılmasını isteyenler listesinde yerimi ayırtmak istiyorum. Başarılar dileklerimi gönderirken, buradan sana ulaşmanın mutluluğunu yeniden belirtmek istiyorum.
Sevgiler...
kostya

Anonymous said...

Alpay ağabey

Son provanızın edütlerini paylaşacağınızdan bahsetmişsiniz; heyecanlı bir bekleyişe soktunuz bizi bu açıklmanızla. Ayrıca "Savaş İkinci Perde de Çıkacak" isimli oyununuz hakkında geçtiğiniz kısa özet ise beni daha da çok meraklandırdı oyun hakkında. İlginç bir oyuna benziyor, tahminimce "gerçeğe alınmış, masallara salınmış" bir insanın hikayesi gibi geldi bana. Keşke fırsatım olsada sizi o sahnede 37. yılnızda bende izleyebilsem. Kim bilir? Kısmet olmaz, olmaz demeyelim :)

Sağlıcakla kalın

Sevgiler :)

M. Kutay Yılmaz