Tuesday, June 26, 2007

ŞARAPLAR KÖYÜ / 2

*(1)
Yücel ile tanıştığımızdan bu yana, aramızda sesleri duyulmayan bir ortak dil vardır. Durduk yerde göz göze geliriz. Muhtarın usuldan emir kokan bu son cümlesinden sonra gene göz göze geldik. Benim gözlerimde “Ne yapacağız şimdi!?...” yazılı idi. Yücel’in gözleri ise, “Ben mi konuşayım, yoksa sen mi?...” diye soruyordu bana. Birden saygı dolu bir sessizlik kapladı ortalığı... Sanırım Sönmez ve Can girdiler lafa, bu işin o kadar kolay olmadığı üzere evelemeli gevelemeli bir şeyler söylediler. Ne var ki, Muhtar yılmıyordu “Siz gene bir düşünün...” diyerek lafı, ucunu bağlamadan avuçlarımıza bıraktı.

Vedalaşıp ayrıldık. Güneş batmak üzere idi, dönerken türkü söylemeyi bile unutmuştuk. Hepimiz kendi içimize dönmüş, sus pus, bu işin içinden nasıl çıkacağımızı düşünüyorduk. Avşa’ya döner dönmez Sönmez’le binliklerimizi (o sıralar iki litrelik şarap şişelerine böyle diyorlardı) yanımıza alıp, keşfettiğimiz bir şarap deposundan ağzına kadar doldurduk. Besbelli gece çok çetin geçecekti...

Gece boyunca konuşup tartıştık. Nasıl bir iş yapabilirdik Araplar Köyü’nde?... Elimizde hazır bir iş yoktu, olsa bile köyün neresinde nasıl oynayacaktık. Tartışmalarımız uzadıkça çaresizliğimiz büyüyordu. Yorgunduk, sarhoşlamıştık, “Sabah ola, Hayır ola” diyerek, kendimizi kan ılıklığındaki geceye bırakarak uyuduk.

Ertesi gün, bir çözüm bulamamış, kafalarımız soru işaretleri ile tıka basa dolu, kız arkadaşlarımızı da yanımıza katarak tekrar Araplar Köyü’nün yolunu tuttuk. Bizi çeken bir şey vardı galiba. Bir de, kendimizi nedensizce (bunca yaşanmışlıktan sonra artık nedenini çok iyi biliyorum), Muhtar’a borçlu hissediyorduk. Bu defa Muhtar önümüze, bizi çözüme yaklaştıracak yeni bir öneri sürdü. Yaz tatillerini köyde geçiren ünlü bir yazardan söz açtı, Yazarın adının Abdülkadir Pirhasan (Vedat Türkali) olduğunu, bizi ona götürebileceğini, onunla konuşarak bir çözüm yolu bulabileceğimizi söyledi.

*(2)
Muhtar’ın söylediklerini duyar duymaz içimin ürperdiğini gün gibi hatırlıyorum. Abdülkadir Amca’yı (bu yüce çınarı tanıdıktan sonra, onu başka türlü ünleyemedim), şiirlerinden ve kahırlarla nakışlanmış yurtsever kavgacı kimliğinden biliyordum. Ayaklarım birbirine dolanarak Abdülkadir Amca’nın kaldığı eve yollandık. Bizleri ‘zahmetsiz evlatları’ gibi kabul etti Koca Yazar. Kaldığı ev gözlerimin önünden hiç gitmez. Pencereleri denize bakan loş, sabun ve iyot kokan serin bir oda. Bir yanda halılar örtülü koca bir sedir. Bir yanda üzerinde okuduğu kitapları ve yazıları dizili duran masası. Eşi, çok az konuşan ama maviş gözleri hep gülümseyen... Oğlu Barış, mavi rengin her türlü cinliği ile bakıp duran. Ve de şarkı söyler gibi konuşan kızı Deniz...

Abdülkadir Amca (sanki hala damda imiş gibi) sedirinin üzerine bağdaş kurup oturdu ve bizi dinlemeye başladı. Önce kendimizi tanıtık, ama O (Muhtar’la konuşmuşmuydu acaba), bizi tanıyor gibi idi. Uzun bir süre Muhtar’ın isteğine birlikte bir çare bulmaya çalıştık. Görmüş geçirmiş Koca Yazar birden “Neden kendiniz bir oyun yazıp oynamayasınız?...” deyiverdi.

Işte bu öneriden sonra olaylar, makarasından boşalan ip, yayından fırlamış ok gibi gelişti. Araplar Köyü sakinlerine yaşadıkları günlerin sorunlarını ve bu sorunların gebe olduğu geleceği anlatacaktık. Deli kanlarımız kıpır kıpır, aşkın bir heyecanla, kolları sıvayıp işimize saldırdık. Köyün sorunlarını Muhtar’ın ağzından üstün körü dinlemiştik. Ancak, edindiğimiz bilgiler yeterli değildi. Bu sorunları en az köylü kadar yaşmalı ve öğrenmeli idik. Derhal ekibi ‘Taş’, ‘Üzüm’ ve ‘Arsa’ başlıkları altında üçe böldük ve Muhtar’dan yardım istedik. Yücel, Sönmez ve ben ‘Taş Mangası’nı oluşturuyorduk.

*(3)

Benim değerli kardeşim Ahmet;
bir mucizenin çarpıcı güzelliğini taşır yurdumuzun insanları. Bu noktada, bizi evinde bir gece misafir edip (çünkü taşa gün doğarken gidiliyordu), iki lokmasını (üç değil gerçekten) bizimle paylaşan Taşçı Hüseyin’i anmadan geçersem iki cihanın da bana haram olacağını biliyorum. Bu mangal yürekli, güzel adam yapacağımız işin sonunda hayır çıkacağını herkeslerden önce (bizlerden bile) sezmişti sanki. Sakız gibi çarşaflar serili döşeklerimize uzanmadan önce, sorduğumuz soruları, bir bilgenin suskunluğunda “Hele sabah olsun, taşa gidelim görürsünüz...” diyerek kestirmeden yanıtlıyordu. Dediği gibi, sabah oldu ve Taşçı Hüseyin’in ne demek istediğini çok ama çok iyi kavradık.

Hüseyin, sabahın ilk ışıkları ile uyandırdı bizi. “Nohut oda, Bakla Sofa” evinin her yanını nefis bir koku kaplamıştı. Bize, “Çökün çorbamızı içelim, yoksa güne dayanamazsınız!...” dedi. Üzerleri dumanlı çorba kaseleri ve kafamdan daha büyük bir somun köy ekmeği duruyordu önümüzde. “Ne çorbası bu?...” diye sorduğumda inceden övünerek “Tarhana” diye yanıtladığını hatırlıyorum. Biz çala kaşık çorbaya saldırmışken, tarhananın nasıl yapıldığını uzun uzun anlattı. Bunu ilk kez sana söylüyorum, o çorbayı içitiğim günden bu yana, bir çok sonbaharda tarhana kardım; ama (neyin tadı eksik bulamadım), Taşçı Hüseyin’in çorbasının tadını bir türlü tutturamıyorum.

Karnımızı doyurduktan sonra, Hüseyin’in güzel gözlü karakaçanını da yanımıza alarak taş ocağının yolunu tuttuk. Ne kadar tırmandık bilemiyorum, ocağa vardığımızda içimden “Oğlum Alpay, bu gün çok uzun sürecek...” dediğimi hatırlıyorum. Tepemizdeki kızgın güneş, usuldan yükselip bıngıldağımızı yumuşatmaya başlarken, Taşçı Hüseyin adı granit olan bu taşın nasıl “Yavuz” bir taş olduğunu anlatmaya başladı. Taşı kırmak için önce damarını bulacaktın. Damarın gözüne vurdun mu, taş peynir gibi yarılıveriyordu.

Inanır mısın bu bilgi, sonraları mesleğimde çok işime yaradı. Granitlere emsal en çetin oyunların bile damarları olduğunu gördüm. Aklını ya da yüreğini metnin damarına vur, bak göreceksin replikler içlerini nasıl açıverecekler sana.

Bir yandan taş kırıyor, bir yandan da Hüseyin’i dinliyorduk. Bu defa Istanbul’un yollarına döşenecek bu taşın üzerinde aracı tüccarlar tarafından döndürülen akçeli dümenleri anlatıyordu. Aktardığı bilgilerin o taşı kırmakta olduğum anda bana nasıl “Yavuz” öfkeler salgıladığını içim burkularak anımsıyorum.

Güneş tepemize çıkmış, öğle vakti erişmişti. Yogunluktan ve sıcaktan bitap düşmüştüm. Taşcı Hüseyin karakaçanın terkisinden üzüm ekmek çıkardı. Önümüzde uzanan görkemli lebi deryaya tepeden bakarak, iştahla yedik azığımızı. Yemeğimi yerken, canıma çok acı veren balyoz sallamaktan yarılmış avuçlarımı Hüseyin’den saklamaya çok özen göstermiştim. Karnımızı doyurup, tellendirdiğimiz sigaraların keyfinden sonra sıra yeni bir fasıla gelmişti. Kırılan taşlar karakaçanın sırtına yüklenecek, tüccar yanaşıp alsın diye kıyıya indirilecekti. Taşlar hayvanın iki yanında duran sepetlere eşit ağırlıklar elde edilerek (bu iş çok önemli idi) özenle yerleştirildi ve çok kahırlı bir yolculuk başladı. O zavallı vefakar hayvan ve sahibi arasındaki tek nabız atan dayanışmayı ömrüm boyunca unutmayacağım. Hani biz tiyatrocular, özene imrene “Takım Oyunculuğu”nun peşinde seyirtip dururuz ya, bunun en has örneğini işte o gün izledim. Hayvan neredeyse doksan derecelik bir sarptan kayıp yuvarlanmamak için tüm bedeni ile direniyor, kan tere batmış sahibi Taşçı Hüseyin ise, saniyelere ilmeklenmiş ritmik hareketlerle gah hayvancığına sarılıp kaymaması için geri çekiyor, gah hayvanın göğsüne dayanıp omuz veriyordu. Indiğimiz sırtın ortalarında bir yerde ise akıl almaz bir başka güçlükle karşılaşıldı. izlediğimiz patikayı, insan adımı ile üzerinden bir adımla atlanabilecek yan yana duran iki kaya kesiyordu. Hayvan yükü ile bu kayalardan atlarken düşerse parçalanır ölürdü. Bu nedenle kırılan taş tümü ile yere indirildi, hayvan atlatılıp karşı kıyıya geçirildi ve taş yeniden yüklendi.

Sanırım Gorki’nin “Küçük Burjuvalar” oyununda, karakterlerden biri, “Hayat asla kitaplarda okuduklarımıza benzemez...” gibilerden bir söz söyler. O güne kadar, kitaplarda okuyup “En yüce değer” olduğunu öğrendiğim “Emek”in ne mene bir şey olduğunu asıl o taş ocağında öğrenmiştim.

Akşamüzeri, bütün gün köyü gözlemleyen ekibimiz toplandı. Kahvede bir yorgunluk çayı içtikten sonra, batan güneşi önümüze alıp Avşa’ya yürüdük. Herkes gördüklerini hararetle birbirine aktarıyordu. Ben, yaşadıklarımdan çok etkilenmiştim, yorgunluktan ziyade, üzerimde ağır bir gerginlik hissediyordum.
Biraz daha büyümüştüm sanki. Şu anda ise, tozlarını aldığım bu anıları yazarken biraz daha ihtiyarladığımı fark ediyorum. Avşa’ya varır varmaz, her zaman yanımda taşıdığım not defterine (Ben onlara ‘Gözlem Defterlerim’ diyor ve hala tutmaya devam ediyorum) gün boyunca gördüğüm duyduğum ne varsa yazdım. Binliğime şarap doldurttum, arkadaşlardan ayrılıp deniz kenarında ıssız bir yer buldum kendime, içtim ve için için ağladım. Gerilmiş sinirlerim boşalıyordu... Şu gençlik ne kadar güzel bir işçilikmiş...

Ertesi gün her zaman olduğundan erken uyanıp, Araplar’a koşturduk. Bir gün önceki gözlemlerimizden süzdüğümüz bilgileri birleştirdik ve ayaklanıp yaşadıklarımızı arası soğumadan doğaçlamaya başladık. Öylesine kaptırmışız ki, aziz arkadaşım Sevinç (Aktansel), kafasına güneş geçtiği için hastalanıp yataklara düştü. Yaptığımız bu çalışmalardan sonra yazacağımız oyunun iskeleti belirginleşmişti. Hatta figürler saptanmış, onları kimlerin oynayacağına bile karar verilmişti. Sönmez’in koca sesi ile “Arkadaşlar oyunu yazmanın zamanı geldi!...” dediğini hatırlıyorum.

*(4)

Muhtar, bu iş için bize köyün okulunu açtı ve antika bir daktilo makinası ile kağıt verdi. Bolca sigara tedarik edip okula kapandık. Muhtar da kahveden çayımızı hiç eksik etmiyordu. Bir kısmımız oyunu yazıyor, bir kısmımız ise daktilonun başına geçip yazılanları temize çekiyordu. Oyunun yazım evresi üzerine çok ilginç şeyler anımsıyorum. Örneğin Yücel ile karşılıklı oynayacağımız epizodu, sınıflardan birine çekilerek (okulun yalnızca iki sınıfı vardı galiba), önümüzde kağıt kalem, bir yandan yüksek sesle oynayıp, bir yan dan da yazdığımızı hatırlıyorum. Ekip oyunu o denli sahiplenmişti ki daktilo makinasının başında, temize çekme işini kim yürütüyorsa, önündeki metne, aklına gelen yeni replikleri “buraya ne güzel yakışır” diyerek ekliyebiliyordu. Oyunun yazımı bitince elimizde, sözcükleri güneş emmiş, taş kırmış, fal açan, üzüm kokulu bir metin duruyordu.

*(5)

İşimizin sonuna yaklaşmıştık, oyunu ezberlememiz ve sahneye koymamız kalmıştı geriye. Günlerimiz sayılıydı, çünkü tatil için ayırdığımız para bitti bitecek bir kerteye gelmişti. Daktilo sayfalarını aramızda paylaşarak yaptığımız provalar süresinde, sahnede işimiz olmadığı zamanlardan yararlanıp, bir kenara çekilerek rollerimizi başarabildiğimizce ezberlemeye çalıştık. Oyun gecesi gelip çattığında, ezberlerimiz yeterince oturmamıştı. Oysa biz oyuna o denli hakimdik ki, oyun sırasında durmadan ayaklarımıza dolanan çocuklara rağmen, yazdığımız metni bir kez daha doğaçlayarak oynadık.

*(6)

Oyun bitip de selama durduğumuzda, köy ahalisinin çılgınlar gibi alkışlayarak üzerimize geldiğini anımsıyorum. Kadınlar kızlarımızı kucaklıyor, erkekeler elimizi sıkıyor, yanaklarımızdan öpüyorlardı. Bir “Yavuz” şenlik ki, sorma gitsin. O andan iki anı kalmış belleğimde. Ben deliler gibi gözlerimle Taşçı Hüseyin’i arıyordum. O’nu gecenin bir kenarında, gözleri dolu dolu, gene sesiz ve biraz mahsun buldum. Seyirttim yanına, birbirimize sıkı sıkı sarıldık, usulca, “Iyi yaptınız be!...” dedi bana. Sonra Abdülkadir Amca çıktı karşıma. O’nun da, yanaklarımdan öperken “Aşkolsun aferin size” dediğini hatırlıyorum.

Sevgili Kardeşim Ahmet;
Öncelikle sana, neredeyse arkeolojik bir çalışma yaparak, “Şaraplar Köyü”nü, iğne ile kazdığın otuz yılın isinden, pasından arıtıp gün yüzüne çıkarttığın için bütün varlığımla teşekkür etmek isterim. Bu arada, oyunu bizden habersiz banda çeken Barış Pirhasan’ı da katkısından dolayı, sevgi ve şükran taşan yüreğimle anıyorum. O tarihte çektiğim fotoğrafların, yıllardır, belgeliğimi handiyse kalbura çevirerek aradığım ve kaybolduğuna hükmettiğim negatiflerini bulmuş olmaktan çocuklar gibi sevinç duymaktayım. Sanırım basılacak kitabı bir demetcik olsun aydınlatacaktır.

Ne garip bir rastlantıdır; “Şaraplar Köyü” otuz yıl önce, meslekdaşlarımdan incindiğim, düşlerimin epridiği, umutlarımın kırıldığı bir dönemde çıkmıştı önüme. O günlerden bu yana, “Aynı Tas”larla, “Aynı Hamam”da yıkanılan otuz yıl sonunda, artık umudumu tümüyle yitirdiğim ve küstüğüm bir dönemde “Şaraplar Köyü”, gene çıkıverdi karşıma. Sana bu mektubu yazarken coşkular köpürterek nasıl yeniden dirildiğimi, serpildiğimi anlatamam. Beni gençliğimle yüzleştirdiğin için sana bir kez daha teşekkür ederim. Öte yandan, çok acı ama, umudumu yitirmekte ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anladım. Insan ister istemez kıyaslama yapıyor. Bir kendi gençliğime baktım, bir de bana verilmiş olan bayrağı teslim edeceğim günümün gençlerine. Işte o gençler, bencileyin, tedavülden kalkmak üzere olduğunu düşündükleri yaşlı bunakları “Dinozor” diye çağırıyorlar artık. Bir genç adam olarak benim gibi bir “Fosil” ile ne işin olduğunu hala anlayabilmiş değilim. Ancak, bayrak teslim edilmeli. Genç adam, sencileyin gençlerin varlığı büyük bir onur veriyor insana.

*(7)

O bol şaraplı, bol türkülü günlerde, inançlarımızı bilemek, ilkelerimizi kanatlandırmak için birlikte yüksek sesle söylemekten çok haz duyduğumuz bir türkünün dizeleri geliyor aklıma:
Ah senin o tekdirin bize abestir
Bu yiğitlik sana kimden mirastır
Eğer ki kulluğa verirsen destur
İnan üçten beşten senden geride kalan değilem.
Bu güzel türkü, günümün gençlerine o günlerden bir armağan olsun...

Her ne ise şaka bir yana, biz “Şaraplar Köyü”ne dönelim. İnan bana kurtuluş o köyde. Hani uzayda, kendi yörüngelerinde dönüp duran gezegenler, an eriştiğinde bir hizaya geliveriyorlar ya... Bunun adına da ‘Ekinoks Noktası’ diyorlar sanırım. Bana göre “Şaraplar Köyü” böylesi bir noktada oluşuvermiş bir işti. Ne var ki parladı ve söndü. Hayat mı dağıttı bizleri, biz mi savurduk yörüngelerimizden kendimizi; o güzelim ekibi bir daha yan yana getiremedik. Bu gerçeğin canımı çok yaktığını söylemeliyim. Bana hep, hem kendimiz hem de yurdumuz adına, avuçlarımızdan kayıp gitmiş bir fırsat gibi gelmiştir bu durum.

Keşke tekrar yan yana gelebilsek, aradan geçen bunca zamandan sonra Araplar Köyü’ne gidip oyunumuzu (eğer yerinde duruyorsa gene okulun önünde) bir kez daha oynayabilsek. Oysa bunun, gerçekleşmesi olanaksız, kupkuru bir hayal olduğunu çok iyi biliyorum.

Son olarak 1992 yılında Sönmez, Yücel ve ben “Bahar Noktası”nda yan yana geldik ve çok eğlendik. Neden mi? Yalnızca bu üçlünün ayırdında olduğu, seslere, sözlere dökülmeyen, ama “Leb Demeden Leblebinin” anlaşıldığı bir tını yayılıverdi çalıştığımız oyunun kılcallarına. Çünkü bu armoninin kökleri “Şaraplar Köyü”nden besleniyordu. “Şaraplar Köyü”nün deşifre ettiğin metnine dikkatle eğilirsen, Ekibin üyeleri arasında, bir jonglör maharetinde durmadan el değiştiren “Kavuklu / Pişekar” geometrisini lezzetle ayrımsayacaksın.

“Şaraplar Köyü”nün bir başka çarpıcı güzelliği, oyunun özü ve sözü ile hala çok taze kalmış olması. Metnin uyarı ve önerileri yazıldığı günden bu yana, yurdumuzun özellikle kıyı şeridinde, gündemin hep birinci maddesi olarak yaşandı; yaşanmaya da devam ediyor. Bu nedenle oyunu, harhangi bir kıyı köyümüzde yarın oynasak, bir tek sözcüğün bile yadırganacağını sanmıyorum.

*(8)

Saygıdeğer Hocamız Sevda Şener’in yazdığı son kitap olan “Yaşamın Kırılma Noktasında Dram Sanatı”ndan beni çok etkileyen bir tanımını olduğu gibi aktaracağım sana. Sayın Şener “(...) ben tiyatro sanatı deyince insana özgü olanla insana layık olanı birlikte düşündüren, bunu da insanı eylemi ile sınayarak yapan bir sanatı anlıyorum” diyor. Sanırım “Şaraplar Köyü”nün hala bu denli taze kalmasının nedeni, oyunumuzu her hecesi ile taşıyan bu güzel tanımın anlamında saklı.

Sevgili genç dostum;
Ihtiyarlamanın en belirgin göstergelerinden birinin lafı uzatmak olduğunu söylerlerdi de inanmazdım. Oysa, bir oyuncu tarif etmez, gösterir yalnızca. Başını ağrıttım galiba beni bağışla. Ama, gel iki cümlecik daha katlan bana. Kitap basıldıktan sonra, akranlarından bir ekip oluşturup, Araplar Köyü’nde, yeni bir “Şaraplar Köyü” oynamayı düşünmez misin?... Biz de gelir seyrederdik, belki de ufak rolleri oynardık, ne dersin ?... Sana, önünde uzayıp giden çetin koşuda sağlık ve başarılar diliyorum.

alpay izbırak
Temmuz 1998

*(9)

P.S. İlle de Araplar Köyü olsun demiyorum. Başka bir köy de olabilir. Nasıl olsa “O köy bizim köyümüzdür”...

------------------------------

FOTOĞRAFLAR

*(1)

Araplar Köyü kahvesi: Yüzü dönük olanlar soldan sağa- Yücel, Ayten, Sönmez, Sevinç... Sırtı dönük olanlar- Arsen, Leyla

*(2)

Araplar Köyü kahvesinde Abdülkadir Pirhasan (Vedat Türkali) ve ailesi ile birlikte...

*(3)

Sevgili Dost Taşçı Hüseyin.

*(4)

Oyunun provasında, Ayten, Arsen, Leyla.

*(5)

Provada, Sönmez, Yücel.

*(6)

Provada, Can ve Arsen.

*(7)

Provadan sonra, Taşçı Hüseyin'in yanında Barış Pirhasan. Barış'a çok şey borçluyuz. Bir oynarken habersizce oyunun sesini kaydetmişti. Sonradan bu bantları deşifre ederek oyun metnini kaybetmedik.

*(8)

Dönüş, Abdülkadir Amca, limanda bizim ekibi yolcu ediyor...

*(9)

Dönüş gemiye binmeden son anlar. Abdülkadir Amcanın kafamı okşayan elini hiç unutmadım...

ŞARAPLAR KÖYÜ / 1




*(1)
Sevgili kardeşim Ahmet;

Benden, yıllar önce Avşa Adası Araplar Köyü’nde, “Şaraplar Köyü” adını verdiğimiz şenlikli serüvenimiz üzerine yazı istemen büyük bir incelik. Bu, beni aklının aydınlığında ne denli güzel bir yere yerleştirdiğini gösteriyor. Sana bütün yüreciğimle teşekkür ediyorum. Ancak, yazı yazmak cesaret isteyen, son derece önemli ve çetin bir iş. Bense, “Şaraplar Köyü”nden bu yana hala bir garip oyuncuyum. Hani çocuklar, değirmi yapıp birleştirdikleri başparmakları ile işaretparmaklarını sabunlu sulara daldırıp havaya balonlar üflerler ya... Işte öyle bir oyuncu. Belki de Araplar Köyü’nde, o kadife gibi ılık, şarap tadındaki yaz gecesinde, havaya üflediğim oyunculuğumu, yere düşüp patlamasın diye altından usul usul üfleyerek, biraz garip, ama hayli kahırlı bir oyunu sürdürüp duruyorum hala...

Dostum;
yazı yazmak benim ne haddime. Her garip oyuncu gibi boyumun ölçüsünü bildiğimden, ama, ısrarlı istemini kırmaya da yüreğim elvermediği için sana bir mektup yazmaya karar verdim. Yazacaklarım, basılmasını düşündüğün kitaba uygun düşer, yer alır mı; artık buna sen karar vereceksin.

Bir kaç dakika önce okuyup bitirdim “Şaraplar Köyü”nün göz pınarlarımda yaşlar biriktiren buruk finalini. Anılarımın milat öncesinin (dile kolay, 30 yıl geçmiş aradan) puslarından sıyrılıveren görüntüler, sesler, kokular gelip kucağıma serpildiler. Öylesine heyecanlandım ki, yerimde duramadım, davrandım, bu mektubu yazmaya koyuldum. Oyunun kötü, kaderini, “Çingene Kadın”ın falına gizlediğimiz sözlerle başlatmış; dramatik gelişimin sonucunda ulaşılan karanlık batağın ortasında, gene aynı “Falcı” Kadın’nın, artık fal olmaktan çıkmış, insanları en has çözümlerin somut aydınlığına çağıran umut dolu çığlıkları ile bitirmişiz. Ne de güzel yapmışız...

İnsanın (o kişi hele bir oyuncu ise), yaptığı işler üzerine konuşması ne kadar güç (bir o kadar da nafile ve ayıp) bir iştir. Oyuncu ömrü boyunca yaptığı işlerden asla hoşnut olmamayı, bir ahlak değil, ama bir yöntem hatta yordam bellemiş biri olarak, “Ne de güzel yapmışız” derken çok zorlanıyorum. Ne var ki, bu güne kadar yaptığı işlerin hangilerinin doğru, hangilerinin yalnış olduğunun ayırdına varabilecek kadar çok yaşadım o güzelim sahnenin üstünde. “Şaraplar Köyü”, gerçekleştirdiğim işlerin atlasında, yalnızca en doğru olanı değil, belki de en güzel ve önemli olanı idi.

*(2)

Tiyatro sanatının dilimizdeki hoş ve çarpıcı tanımlarıdan biri “Iki Kalas, Bir Heves” değil midir?... Beni ben eden mesleğimin, düşlerle örtülü naif, kırılgan, ama umutlarla dopdolu, kahkahalı sapsağlam yapısı, bundan daha güzel dile getirilebilir mi?... Hayatımda “Şaraplar Köyü”nden başka, bu sözün özü ile bire bir ölçekte örtüşebilen başka işi yaşamadım. “İki Kalas”ımız, atlarından soyunmuş bir at arabasının kasası ve bir şarap fıçısı idi. Oyunumuzu aydınlatsın diye ağaçlara gazlı fenerler asmıştık. Oyun alanını, bir değirmiyi çizen aralıklarla yerleştirdiğimiz biriketlerle ayırmıştık seyirciden. Seyircimiz durmadan kıpırdayan ve kıkırdayan çocuklar, onların gerisinde kasketler en geride ise dizim dizim beyaz başörtülerinden oluşuyordu. Arkamızı, gecenin karanlığında fenerlerin ışığını, rengi atmış, hüzünlü bir okul önlüğü gibi yansıtan köy okuluna vermiştik. Üstümüzde ise, söylediğimiz türkülere yıldız tozları yağdıran enfes bir gece duruyordu. Evet, “Bir” de “Heves”imiz vardı; ama, nasıl “Yavuz” (bu sıfatı, oyunda sık sık tekrarlayan Yücel’den ödünç alıyorum) “Bir Heves”... Kızlı erkekli, omuz temasında “Bir orman gibi kardeşcesine” buluşmuş, gencecik “Bir” topak “Heves”...

O günleri ve hala özüm, gözüm gibi sevdiğim arkadaşlarımı hatırlıyorum. Sönmez (Atasoy), Can (Gürzap) ve ben bir yıl önce mezun olmuştuk Konservatuardan. Ben ise ne okuldan ne de Yücel (Erten) ile daha okula girmeden önce Halk Evleri’nde başlayan kadim dostluğumuzdan kopamıyordum bir türlü. Yalnış hatırlamıyorsam, Yücel, Leyla (Barutçu) ve Ayten (Uncuoğlu), Avşa Adası’na gittiğimiz yılın baharında bitirmişlerdi okullarını. İşte o yıl Yücel, mezuniyet sınavında sahneye koyacağı oyunda yer almak isteyip, istemediğimi sordu bana. Ben bir yıllık taze bir profesyoneldim ve benden istediği okulun tarihinde pek rastlanılır bir şey değildi. Hiç sakınmadan, çok sevinerek kabul ettim bu teklifi. Bir yandan Devlet Tiyatroları’ndaki görevimi yerine getiriyor, bir yandan da okula, Yücel’in sınav oyununun provalarına koşturuyordum. Hocalar sınavda beni karşılarında görünce pek şaşırmışlardı. Bir tek Salih Hoca (Canar), gözlerinin dibinde gülücüklerle “Okulu bu kadar çabuk mu özledin?...” diye sormuştu.

*(3)

Şimdi düşündüğümde “Dostluk” kavramının Yücel ile aramdaki arkadaşlığı, kardeşliği tam anlamı ile tarif edemediğini görüyorum. Çünkü, günümüzde “Dostluk”, “Aşk”, “Vefa”, “Sevgi” gibi kavramlar, asıl anlamlarından boşaltılarak o denli müsrifce kulanılıyorki. O yıllarda bizler için dostluk, aç kurtlar gibi okumak hiç bir ayrıntıyı kaçırmadan öğrenmek demekti. Mesleğimizde en iyi olabilmek için gereken doğru kararları alıp yılmadan, arayı soğutmadan çalışmak, çalışmak demekti. Eğitimimiz süresince ne Yücel’in ne de benim dört başı mağmur bir tatil yaptığımızı hatırlamıyorum. Kısa sürelerle bir su kenarına gider, tabiri caizse biraz çimip yılın yorgunluğunu üstümüzden atarak (ya da öyle olduğuna inanıp diyelim), yeni öğrenim yılına hazırlanabilmek için hemen okula dönerdik. Bu çalışmaları yaparken kendimizi bir an için olsun düşündüğümüzü (bu deli gayretli duyguyu hala üzerimden atabilmiş değilim) hatırlamıyorum. Çünkü “Yurdumuzu, milletimizi özümüzden daha çok seviyorduk”. İnancımız, ilkemiz; daha doğru bir deyişle ahte vefamız demekti. Devletin okuttuğu yatılı öğrenciler olarak borçlu idik insanlarımıza. Eğer bir halkımız varsa, biz vardık. Eyleyip işleyeceklerimiz, yurdumuzun güzel insanlarının, Ata’mızın öngördüğü gibi uygarlığın ışığını yakalaması doğrultusunda olacaktı. Bunun için yalnızca mesleğimizi yetkin bir biçimde icra etmek yetmezdi. Adı “Uygarlık” olan ustanın bağrından doğurduğu en mükemmel yapıtlarından biri idi mesleğimiz. Tiyatro ise, insanımızı uygarlığın mağmasına kadar götürebilecek olan bir araçtı yalnızca. İşte biz bunun için dosttuk. Birbirlerimizi ilkelerimizin aydınlığında hayata ayaklandırmak, ısındırmak, sevindirmek için dosttuk. Yalnız biz, “Şaraplar Köyü” ekibi; Yücel, Arsen (Gürzap), Ayten, Can, Sönmez, Leyla, mı böylesi dostlardık?... Yokluklarını içime bir türlü sindiremediğim, Harun, Sinan, Deniz, Yusuf, Hüseyin ve “Orman”ın koparılmış daha nice gencecik filizleri de bunun için dostumuzdular. Onların anlımı aklayan aziz aydınlıklarını bir kere daha yüreğimin ucu sızlayarak anımsamaktan onur duyuyorum.

Şimdilerde “68 Kuşağı” diyerek adlandırılan bu dostları, onlardan inceden tedirgin olan öğretmenleri, “Yaramaz Çocuk”lar olarak ünlüyordu. Ama, hiç birimize işe yaramaz, diyemiyorlardı. Tedirginliklerinin nedenini bu ekibin, okulu kötü yöneten idarecilere karşı başlattığı ve tüm öğrencilerin katıldığı yemek boykotundan sonra anladılar. Yıllardan 68’di Fransa’daki dostların çıtı bile çıkmamıştı daha. Yalnış bir şey söylemek istemem, sanırım bu boykot yurdumuzdaki ilklerden de biridir.

Ortalık tozu dumanına karışmış bir harman yerine dönüvermişti; “Şaraplar Köyü”nün o sıralar öğrenci olan boykotçu ekibi olarak (Ayten, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’de eğitim gördüğü için bize dışarıdan destek veriyordu), Öğrenci Derneği’mizin kısıtlı parası ile bir haftaya yakın bir süre, okulun tüm öğrencilerini üç öğün beslemiştik. Sönmezle birlikte, kilolarca kıymadan karıp kızarttığımız kuru köfteleri, bu ahir ömrümde çok eğlenerek anımsıyorum. Boykot devrin bağlı olduğumuz Milli Eğitim Bakanlığı’nı dize getirerek bizim isterlerimiz doğrultusunda sonuçlanmıştı.

Ok yayından çıkmıştı bir kere, bizler artık mimlenmiş “Persona”lardık. Doğrusunu söylemek gerekirse mimlenmeyi biz istemiştik. Yoksa o tarihteki bir çok akranımızın yaptığı gibi, “Etliye, sütlüye karışmadan”, sevimli gençler olarak, Devlet Tiyatroları’nda bizleri bekleyen kadrolarımıza yerleşir ve hiç zaman kaybetmeden, önümüzde yükselen şöhret merdivenini tırmanmaya yönelebilirdik. Oysa, işin bu faslı hiç mi hiç çekmiyordu bizi. Önemli olan şekerin yaldızlı kağıdı değil, ta kendisi idi. Bizim sorunlarımız yurdumuz tiyatrosunun üretimine değgindi. Az buz değil, tamı tamına beş yıl; öğrenim görmüştük?... Geceler gündüzler boyu Türk Tiyatrosu’nun sorunları üzerine konuşmuş, tartışmış, karnımızda mayalanmış sözler biriktirmiştik. Vakit erişmişti, bu sözler, zaman kaybetmeden, hayata kazandırılmalıydı. Yöneticilerimiz, önünde sonunda düşüncelerimizin genç ve diri aydınlığını benimseyeceklerdi; buna inanıyorduk.

*(4)

Ekibin tamamlanması için Yücel, Leyla ve Ayten’in mezun olmalarını bekledik. Insanoğlunun aya ayak bastığı yılın yazı idi, bütün ekip birleşip bir tatil yapmayı düşündük. Ancak, amacımız yalnızca tatil yapmak olmayacaktı. O yıllarda, Avşa Adası aranılan, beğenilen tatil beldelerinin başını çekiyordu. Devlet Tiyatrosu’ndaki abla ve ağabeylerimizin büyük bir çoğunluğu da yaz tatillerini Avşa Ada’sında geçiriyorlardı. Oturup düşündük, hep birlikte Avşa’ya gider, bir yandan tatil yapar, bir yandan da sanatçı ustalarımızla buluşup sohbeti koyulaştırırdık. Onlara, Tiyatromuz üzerine ileriye dönük düşlerimizi, tasarımlarımızı aktararak kendimizi tanıtmak istiyorduk. Oysa hiç de düşündüğümüz gibi olmadı. Ustalar, daha okulda, hakkımızda varılan “Yaramaz Çocuk” tanımının etkisi altındaydılar. Dinlemediler bile ne yakınlaştılar ne de yanlarına yaklaştırdılar. Bir tek, bizden bir kaç yıl önce mezun olan Sevinç (Aktansel), ekibin bir üyesi olarak yanımızda idi.


*(5)

Avşa serüvenin bana meslek hayatımda döne döne kullandığım çok sağlam ilkeler edindirdiğini göğsümü gererek söyleyebilirim. Bunlardan birincisi, belki de en önemlisi nedir bilir misin?: ‘Ne zaman umutsuzluğa düşersen mesleğine sarıl!...’ Sanırım bu yüzden düz ayak gerçek hayatımda söylemekte çok zorlandığım “Merhaba!..”, “Seni seviyorum”, “Artık senin yüzünü bile görmek istemem!...”, “Mutsuz musun?...”, “Dönüp bir de bana baksana!...” gibi cümleleri sahnenin üzerinde, peynir ekmek yemenin kolaylığında ve tadında söyleyebiliyorum. Ben, kendimi bildim bileli, içine gömülmüş kırılgan biriyim. Bu nedenle, güler yüzlü umutlarla, yüreğim kıpır kıpır gittiğimiz Avşa tatilinde ustalarımız tarafından bir güzel püskürtüldükten sonra bir ilke daha edindim: Bir Ağabey olmasını ben Avşa’da öğrendim. Sanırım bir Avşa öncesi ve sonrası var yaşamımda. Avşa’dan sonra hangi oyunda çalışırsam çalışayım, eğer kadronun en yaşlılarından biri ben isem, gençlerimi yüreğimin sıcağında sakladım, onların her türlü sorunu ile ilgilenip, onlarla çalıştığımız oyuna hizmet eden bir ekip oluşturmaya çalıştım.

*(6)

Evdeki pazarlığımızın çarşıya uymadığı Avşa tatilimizde, biraz afallamış, oyuncağını yitirmiş çocuklar gibi, sabahtan akşamlara dek deniz kenarında yatmaya başlamıştık. Teselliyi Sönmez’ciğimin (Ben hayatımda ondan daha “Yavuz” bir ahçıya rastlamadım) pişirip kotardığı yemeklerde ve şarapta buluyorduk. İmdadımıza gene tiyatro yetişti.

Avşa, geçirmekte olduğumuz bu yaz gibi çok sıcaktı ve vıcık vıcık insan kaynıyordu. Sıkılmaya başlamıştım, burada yapılacak hiç bir şey yoktu artık. Bir an önce Ankara’ya, kitaplarımın başına dönmek istiyordum, ama bu isteğimi ekibin birlikteliğini zedelemeden nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum. Günlerden bir gün, adanın öte yakasında, adı “Araplar Köyü” olan bir başka yerleşim birimi daha olduğunu öğrendik. Yanlış hatırlamıyorsam Sönmez, “Kalkın ahali gidelim!...” dedi; kızlarımızı Avşa’da bırakıp yola koyulduk. Türküler söyleyerek (o günlerde türkülerin eli tutulmadan yol yürünmezdi), ıssız bir keçi patikasını izleyip Araplar Köyü’ne ulaştık. Şu anda, “Araplar”a dair anımsadığım ilk anı “Sessizlik”... Köye girdiğimizde, yakıcı güneşin altında, cırcır böceklerinin ve denizin sesinden başka hiç bir şey duyulmuyordu. Büyülenmiş gibiydim. Sanki burada daha önceleri yaşamış gibi hissediyordum kendimi. Denizin kıyısındaki köy evleri, tepede depo gibi bir yapı (sonradan oranın bir şarap fabrikası olduğunu öğrendik), köyün bize aykırı bakan köpekleri, ağaçlar, ağaçlarda kuş sesleri... Hepi topu anımsayabildiklerim bunlar. Yürümekten yorulmuş, susamıştık.. mutlaka bir kahve vardır diyerek arandık, çardağına yaprakları kurumuş dallar atılmış kahveyi bulduk.

İşte, “Şaraplar Köyü” serüveni böyle başladı. Bana kitabın basımında kullanılmak üzere Yücel ile bir söyleşi yaptığını söylemiştin. Yücel’in hafızası benden keskindir, serüvenin tarihçesini daha doğru ve eksiksiz bir biçimde sıralamıştır. Bu nedenle yaşadığımız olayları bir kez daha anlatıp canını sıkmak istemiyorum. Ben, anılarımı eşeledikçe ortaya çıkıveren, belleğime kazınmış hiç unutamadığım anıları aktarmaya çalışacağım sana.

Güneşten kaçıp kahvenin gölgesine sığınmış olan köy ahalisinin, bizi görünce tedirgin olduğunu anımsıyorum. O tarihin çok yoğun yaşanan toplumsal olayları, insanlarda (özellikle yabancılara karşı) paranoid tepkiler geliştiriyordu. Biz kimdik?... Neyin nesiydik?... Terörist olabilir miydik?...Ortalığa çekingen bir “Merhaba!..” sarkıtıp, bir süre çıt çıkarmadan, uslu uslu oturup yudumladık çaylarımızı. Sesizliği, çakır gözlü babayiğit bir genç adam bozdu. Davranıp yanımıza geldi, “Hoş gelmişsiniz!...” diyerek masamıza oturdu. Sıcak kanlı, sözünün eri birine benziyordu. Hiç yabansılamadık, sanki onu tanıyor gibiydik. Kimsiniz, kimlerdensiniz faslı tamamlandıktan sonra, bu genç adamın, Araplar Köyü’nün Işçi Parti’li muhtarı olduğunu bildirdi. Yüreklerimizin ışığını yakan bu bilgiden sonra, sohbet daha bir koyulaşmaya başladı. Muhtar, Adalet Partisi’ni tutan babasından, köylüsünden, köyünün zorlu sorunlarından söz ediyordu yorulmadan. Kendimizi kaptırmış dikkatle dinliyorduk. Bir ara, masamıza biraz aykırı, uzak oturan köylünün, sandalyeleri ile birlikte bize usul usul yaklaştıklarını, hatta minik uyarılarla Muhtar’ın sözüne girerek sohbete katıldıklarını farkettim. Örneğin “Taşı Toprağı Altın Istanbul”un parke taşlarının, Araplar Köyü’nden sökülüp götürüldüğünü orada öğrendim. Garip değil mi, Istanbul’un sarayları da, Avşa’nın kardeş adası Marmara Adası’ndan koparılan mermerlerle inşa edilmişti. Muhtar devam ediyordu anlatmaya... Köy bir cennetti, balıkçılık, üzümcülük, taşcılık yapılıyordu; ancak, bu işlerden elde edilen gelir, aracı tüccarın elinde ucuza hiç ediliyor; emeğin gerçek sahibi köylü, boğaz tokluğuna, parmağını bile oynatmadan bolca para kazanan tüccara çalışıyordu. Köyü bekleyen bir başka tehlike ise, kazancı turizmde arayan umutların yol açtığı arsa yağması idi. Deniz kenarındaki birbirinden değerli üzüm bağları, üzerlerinde yükselecek ‘Tesis’lerin düşleri ile yok pahasına elden çıkarılıyordu.

Dinlediğimiz gerçekler burkmuştu yüreklerimizi, ama ne gelirdi ki elimizden. Üstelik vakit bir hayli ilerlemişti, yolumuz uzundu geri dönmek zorunda idik... “Hoşca kalın” demek için sohbetin bağlanmasını saygı ile bekliyorduk. Muhtar birden, bizi damdan düşürürcesine ayaklarımızı yere değdirdi; “Siz madem tiyatrocusunuz, burada bize bir oyun oynamalısınız...” deyiverdi.

---------------------------------------

FOTOĞRAFLAR

*(1)

Araplar Köyü İlk Okulu önü... 1969'un Temmuz güneşi... Oyun alanımız (sahnemiz) biraz sonra yapacağımız prova için sanki hazır halde...

*(2)

Son eklemelerden sonra (üzerinde "Şaraplar Köyü" yazan şarap fıcısı) dekor prova için hazır durumda. Taşçı Hüseyin de gelmişti provayı seyretmeye. Dekora, korka korka geçip oturdu ve bana ünledi: "alpay şurada resmimi al, sana yadigar kalsın"!... dedi.

*(3)

Yücel, ben ve Taşçı Hüseyin.

*(4)

Tatildeyiz... Metruk bir yeldeğirmeni bulmuştuk denize nazır... Şimdi yerinde bir tatil köyü vardır herhalde... Leyla Barutcu, Arsen Gürzap, Tülay Artuk, Ayten Uncuoğlu.

*(5)

Ayten...

*(6)

Arsen...

Monday, June 25, 2007

KOŞU

Fotoğraf: Don Paulson
Benim için bir an için olsun dere çakılarını anımsar mısınız?...
Hani eğilip kıyıcığından derenin birini elinize aldığınızda akarsuyun gülümseyen sabrını hissedersiniz avucunuzda...
Su yontularıdır onlar, su yüzü gibi serin, yeğni; su yüreği kadar mavi, ılık...
Suyun mırıltılarıdır dere çakılları.
Yan yana gelen sözcükler gibi, kadim zamanın öyküsünü anlatırlar.

Omuz omuza yaşadığımız, birlikte emekler ürettiğimiz bunca yıldan sonra kimi dostlarımı, güneş çehreli dere çakıllarına benzetir oldum.
Bu dostlar, birlikte atılan kahkahalardan, dökülen kanterinden, göz yaşından, sırtlanılmış soluk kesen kavgalardan,özveriden, umutlardan, yenilgilerden, karşılık beklemeyen sevgilerden, defne kokulu zaferlerden damıyıp, süzülüp benim oldular...
Dostlarım!...
Onlar benim denek taşlalarım, yön gösteren pusula oklarımdırlar...
Ne olduğumu, hatırlattılar bana, ne olacağımı umut ettirdiler, koşu yollarımda hep yordamımdılar, adımlarıma güç verdiler, karanlıklarıma ışıklarını serptiler...
Düşüncelerimizi, tutkularımızı, düşler yeşerten umutlarımızı, hırçın dalgalarıyla yontup cilalayan zamana, dostlarımı ben/im kıldığı, bana onlardan başka zenginlik vermediği için her zaman müteşekkir oldum.

Siz koştukça bitiş çizgisi sizden uzaklaşan bir maraton koşusunu andırır oyunculuk uğraşı...
Oyuncular ise bu uzun soluklu bitimsiz yarışı, can vermek bahasına, bilerek ve isteyerek, coşkular köpürterek koşan koşuculardır.
Sanırım yalnız bu nedenle her oyuncu yüreğinde, vadesi dolunca son nefesini sahnede vermek gibi bir duayı barındırır.

Koşu yolunun bitiş çizgisinde ise, oyuncuların adını ‘Seyirci’ diye andıkları ‘İnsan’ beklemektedir.
Yazgısı tuhaf denklemlerin çarmıhına mühürlü bir koşudur bu.
‘Oyuncu’ ölçeğindeki ‘İnsan’, bir başka ‘İnsan’ın atlasını anlamaya, çözümlemeye, tanımlamaya didinmektedir.
Oyuncu bir başına (ki onun değişmez kaderidir bu) koşarken kendinden başka bir rakibi yoktur.
Eğer bitiş çizgisine doğru ilerleyişini, başka oyuncuları kendine rakip alarak bir yarış haline getiriyorsa, bu onun sonunu getirecektir.
Çünkü giderek rakibine benzemeye başlayacak ve rakibinin kötü bir yansıması olmaya mahkum edecektir kendini.
Oyuncu ömrüm boyunca, böylesi yarışları koşu bellemiş o kadar çok, çeşitli ve ünlü papağan gördüm ki...
Gerçek oyuncu, ‘İnsan’ kavramının özümsenip saflaştığı bir prizma gibidir ve öylesine kristalize olmuş bir odaktır ki, insanlık ondan kırılarak yansır.
Bu prizmadan geçip yansıyan ‘Seyirci’, oyuncunun neredeyse bire bir ölçekte kendisine benzediğini hayranlıkla yaşayacaktır.
Seyirci, kendi kalp atışlarını bulduğu oyuncuyu taklitlerinden ayırıp yüreğinin odacıklarından birine yerleştirir ve onunla bütünleşir.
Yalnız koşucu ile seyircisinin kutsal kucaklaşmasıdır bu.

Koşu, oyuncunun ‘Ben’liğinin derinliklerine doğru ilerleyişidir.
Bu yolculuklarında, şaşkınlıklar içinde, varoluşunda o ana kadar ayırdında olmadığı, tanımına varamadığı farklı ‘Ben’leriyle yüzleşir; kim/liğinin gölgeli girintilerinin farkındalığına yükselir.
İnsan kadar eski, insan kadar yeni olan oyuncunun kendi kroniklerinde bulup çözümlediği her farklı insan, onu bir gece sonra seyredecek olan yeni seyircisidir.

Oyuncunun ard arda ulaştığı farkınlalıkların yücelişi, “Ben ve Öteki” denkleminin evcilleşmesidir bir bakıma.
Denklemin 1+1=1 sonucuna varmasının en yalın ve çarpıcı durağıdır.
Bir oyuncu, benliğinde bulduğu ‘Öteki’lerle tek, tek aynılaşarak çoğalır, saflaşır.

Zamanı geldi sanırım, bu noktada “Ben ve Öteki” denkleminin başlarına dönerek, dostlarla yan yana, 40 yıldır sürdürmekte olduğum koşunun ilk adımlarını sizlerle paylaşacağım...

O yıllarda Avşa Adası’nda arkadaşlarımla birlikte yaptığımız tatilin mucizevi bir biçimde nasıl bir tiyatro oyununa dönüştüğünün öyküsünü okuyacaksınız.
Böylelikle hem beni, hem de kadim dostlarımı biraz daha tanımış olacaksınız.
Gerçi onlar sizlerin de dostlarınız bir bakıma...
Gençliklerini öğrenmenin ilginizi çekeceğini düşünüyorum.

Paylaşacağım anılar biraz uzunca olduğundan, okumalarınızı kolaylaştırmak için, bu yazının dışında, birbirini takip eden iki yazıyla aktaracağım anılarımı...
Amacım, yazdıklarım okunsa da, okunmasa da anılarımın çivi yazılarını tarihin avuçlarına bırakmak.
Günü gelir, biri de okur etkilenirse, iki satır olsun düşüncelerini ben ve dostlarımla paylaşırsa çok seviniriz...
Biliyorum bu kavurucu sıcaklarda sabrınızı sınamış olacağım.
Şimdiden bağışlayın beni...

Sunday, June 10, 2007

1.Haziran.2007

“Savaş İkinci Perdede Çıkacak”ın, 8 Nisan 2007’de başladığımız provalarına, önümüzdeki yeni tiyatro mevsiminde devam etmek üzere ara verdik.

Aniden bastırıveren sıcaklarla bir hayli yoğunlaşan çalışmalardan yorgun-argın eve dönüşlerimde, kendime verdiğim sözü yerine getirememiş, prova notlarımı bir satır olsun sayfama yazamamıştım. “Hele bir ara verelim” diyordum, hele tatil bir başlasın, masamın başına geçer, provalarda çekilen fotoğrafları bilgisayarıma indirir, not defterimi önüme açar, biriktirdiğim izlenimleri derler, toparlar yazarım diye düşünüyordum. Provadan döndüğüm her gece o prova gününde yaşadıklarımı, oyuna dair aniden doğuveren yeni fikirleri, arkadaşlarımla oyun üzerine yaptığımız kıyasıya tartışmaları eşime aktarırken, bir yandan da beynimin köşeciğine burada yazacaklarımı ayıklayıp biriktiriyordum. Kararlıydım, provalara ara verilir verilmez, çalışmalarım sürecinde bir kenara ittiğim gündelik işleri temizleyecek ve hemen masamın başına geçerek kafamı kaldırmadan saatlerce yazacaktım.

Ne var ki, vakit erişir, gün hatta ‘An’ gelir, dört nala koşan hayat duraklayıverir, insan hiç beklemediği, ummadığı, aklının köşesinden bile geçirmediği durumlarla karşı karşıya kalıverir.
Benliğimize saplanıveren, kırılma noktalarıdır işte o anlar, ya gelip/erişip üstün sevinçler ekerler ruhumuza ya da aşkın acılarla kesip-doğrar, kanatırlar canımızı. Sanki hayat kendisini hatırlatmakta, alışkanlıklarımız haline getirdiğimiz büyüsünü gözler önüne semekte, dayatmaktadır. Böylesi ‘An’ları, bir adım attığımızda öte/mize geçtiğimiz eşiklere benzetmişimdir.
Bu eşikten geçildiğinde yepyeni bir dönem başlayacak ve de artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Yaşadıkça kazandığımız anlamların süzülüp yerli yerine oturduğu ve artık asla değişmeyecek bir biçimde bizim olduğu çizgilerde konaklarız.

Hayatı boyunca nekes sevinçleri, cömert acılardan daha az yaşamaya alışkın biri olarak, 1 Haziran 2007 gecesi ömrümün en büyüleyici şaşkınlıklarından birini yaşadığımı itiraf etmeliyim. O gece, bana sevgili dostlarımın yaşattığı, ruhumun çeperlerini zorlayan aşkın bir mutluluğu tattım.

O gün, bu gündür hayatın bana verdiği bu ender güzellikteki armağandan burada burada söz edip etmemek üzerine düşünüp durmaktayım. Çünkü bana sunulan bu güzellik, çok yakınlarımın dışında kimseleri ilgilendirmeyecek kadar özel ve bana dair... Öte yandan bu mutluluğumu yazıp paylaşmamayı yediremedim kendime. En azından, yüreklerini nurlar bürümüş dostlarımın hayatıma kattıkları bu büyülü anlamı kendime saklamakla, hayatı eksik bırakacağımı düşündüm. Benim bildiğim, güzelliklerin paylaşılmadığı hallerde, hayatın, manasız, ruhsuz bir mülk haline geleceğidir. Ben ömrümün hiç bir deminde nekes biri olamadım. Almanın tek yolunun vermek olduğunu bilirim. Sanırım hayatı bir oyuncu olarak yaşamamın tek nedenidir bu seçimim. Sonunda bir kez daha yendim kendimi, mülkü ‘Adalet’e bırakıp yazmaya karar verdim...

Başarabilecek miyim; böylesi ender güzellikteki bir armağanı, ona yakışacak zerafette yansıtabilecek miyim bilemiyorum. Emin olduğum tek gerçeklik, benliğime kazınmış en derin çizgilerdeki çivi yazılarını tarihe bırakmış olacağım... Provanın son haftasıydı, Ustam, Maestrom Yücel Erten, durduk yerde birden, “İhtiyar, 1 Haziran 2007 gecesini bana bırak, sizi bir yere götüreceğim” dedi. Onunla 43 yıldan buyana kopmadan süren dostluğumuzda değişmeyen bir sezgim vardır: O eğer böylesi bir şey istiyorsa, isteğini çok önemsiyor ve üzerinde duruyordur... Böyle durumlarda ona uymak Tanrı buyruğudur sanki... Zahir provalar bittikten sonra ekip olarak bir yere gidilecek ve kafa çekilecekti. Doğrusu iyi de olurdu, hepimiz hayli yorgunduk ve kafalarımızı dağıtmaya ihtiyacımız vardı. Provanın son gününde “Ben sana telefon edip saati bildiririm..” dedi Maestro ve ayrıldık. Dediği gibi de yaptı. telefonda 1 Haziran akşam üzeri saat 19:00’da Taksim Park Kafe’de olmamızı söyledi. İçimden “Tamam, düşündüğüm gibi çıktı” diyerek sevindim...

O gün geldi, hazırlandık, giyinip kuşandık bir hayli erkenden yola koyulduk... Söylenilen yere gittiğimizde ekipten bir çok kişinin oturmuş olduğunu gördüm. Artık o gece neler yaşanacağından emindim. Alkol gelecek/gidecek, mutlaka oyundan konuşulacak, provada yaşanan komiklikler dökülüp/saçılacak, bir şırdan/şamata kopacak, sevgiler bilenecek, coşkular köpürtülecekti, “İki Kalas, Bir Heves” işinin yüreğini açtığı gecelerden biri daha yaşanacaktı.

Maestro’nun o gün dizi çekimi vardı, gecikebilir diye düşünürken baktık dakikası dakikasına geldi, iki dirhem bir çekirdek ona her zaman pek yakışan tertemiz beyaz gömleklerinden birini giymiş olarak... Bir kenara oturup kadronun tek tek gelmesini bekledik. Ekip tamamlanmak üzereyken cep telefonumdan, o anda aramızda olamayan Kürşat’ın (Alnıaçık) beni aradığını gördüm. Pek anlam veremediğim bir şeyler söylemekteydi sevgili Kürşat. Doğumuna tanık olduğum ve de pek bir sevdiğim bu genç adam, çekimi olduğu için gelemeyeceğini, bu anlamlı günümde yanımda olamayacağı için üzgün olduğunu söylüyor, onu bağışlamamı istiyordu. Şaşırdım, “Hangi anlamlı gün, neler oluyor!?...” gibilerden bir şeyler geveledim. Telefonu kapattığımda soran gözlerle baktım Maestro’mun yüzüne. O gayet sakin “Haydi millet şu yan masaya geçelim...” dedi... Millet ayaklandı o anda uzunca bir masanın önceden hazırlanmış olduğunu fark ettim. Önce eşimle beni karşılarına oturttular, usulca çevremizi sardılar ve gece başladı...

Maestro konuşma yapmaya başladı. Bizi Konservatuvar günlerimize götürdü... Cebinden kırmızı kurdeleyle rulo edilmiş bir kağıt çıkardı, oradan okuyarak devam etti. O yıllarda okulca Efes Antik Tiyatrosu’na yaptığımız bir turnede, tiyatronun hemen yanındaki Dionisos Mabedi’nde dize gelip, Dionisos’dan bütün bir oyunculuk ömrümüz için nasıl başarılar diliyerek yakardığımızı, o gençlik günlerimizin komik argosu ile aktardı. “O dualar kırk yıl önce edildi, yakaranlardan biri de alpay izbırak’tı; arkadaşlar bu gece duaları kabul olmuş ihtiyarın 40. oyunculuk yaşını kutluyoruz...” diyerek sözlerini bitirdi. Elindeki kırmızı kurdeleli kağıdı bana uzatıp, “Bu takdirnameyi kabul et...” dedi.

Oturduğum yerde, boğazıma yumruklar sıkışmış, sıkı bir tokat yemişcesine donup kalmıştım. Sesim çıkmıyordu, çıkamıyordu. Konuşmam, bir şeyler söylemem gerektiğini biliyordum ama konuşamıyordum. Ağlamaya başladım... Bu kez, “Dur ihtiyar ağlama, bu iş takdirname ile bitmez, gerisi var!...” dedi Mestro... Arkadaşlar önüme kocaman bir sepet getirip koydular, açmamı istediler. Sepetin içi dostlarımın benim için aldıkları armağanlarla tıka basa doluydu. Kitaplar, CD’ler, DVD’ler, bel ağrılarım için bir termafor, çakmaklar, sigara kutuları, eski şaraplar, havana puroları ve çok hoşlandığımı bildikleri bir alay incik-boncuk...

Mutluluktan kaskatı kesilmiştim, gözyaşlarım dinmiyordu. Dilimin döndüğünce teşekkür ettim ve (madem dualarımı kabul ediyordu) bir kere daha yakarıp, Dionisos’dan hepsine tıpkı kendileri gibi mükemmel oyuncu dostlar vermesini diledim. Gece patlayan bir şampanyanın eşlik ettiği, üzerinde provada çekilen, Maestro ve benim kahkahadan kırıldığımız bir fotoğrafımızın resmedilmiş olduğu bir kocaman pasta ile ilerledi...

İlerleyen saatlerde, ikinci bir mutluluk sadmesiyle darma-duman oldum. Karşımda kadim dostum, büyük oyuncu Köksal (Engür) durmaktaydi. Hani bazı dostlarımız vardır, gerektiğinde hiç düşünmeden böbreğimizin tekini, akciğerimizin yarısını vereceğimiz... Canım Kösal’ım, benim için böyle bir ‘Can’ olagelmiştir. Biz 43 yıl önce oyunculuk denen kutsal serüvene dört kişi atılmıştık... Yücel Erten, Köksal Engür, Ayten Uncuoğlu ve ben. Bunca yıldır hiç kopmadık birbirimizden. Sevgimizi, saygımızı hiç eskitmedik. Birbirimizden uzaklara düştüğümüz zamanlar girdi araya, ama her karşılaştığımızda söylediğimiz son cümleden alıp devam ettik. Onlar benim inançlarım, direnmelerim, öykünmelerim oldular her zaman. Köksal’la bir köşeye çekilip söyleştik, içtik, söyleştik...

Yaşadığım gecenin en anlamlı yanlarından biri de, oyun kadromuzun en yetenekli, daha okullarından yeni mezun olmuş gençleri oldular. O geceyi nazar boncukları gibi gülümseyen evlatlarımızla paylaşmak inanılmaz bir başka armağandı...

Ben bir dolu oyuncu ustam için yapılan 40. yıl kutlamalarında bulunmuştum. Ancak (utanarak söylüyorum) hiç biri bana yaşatılan kadar anlamlı değildi. Havada resmi lakırdıların uçuştuğu asık suratlı törenlerdi onlar. Benim yaşadığım tören değil, tam anlamıyla bir şölen oldu. O gece Can’lar, Can’larda eridi, büyü oldu... Şunu kesinlikle söylüyorum; ( o gece bunu arkadaşlarıma da söyledim) bu mutluluğu yaşadıktan sonra ölsem gözüm açık gitmem, gam yemem. O geceden sonra, her gece uyumadan önce bu mutluluğu sahneye koyan, Ustam Yücel Erten’in akıllara sığmaz değerli varlığını Evren’in dört yönüne ünlüyorum. Ve de dostlarıma benzeri bir mutluluğu tattırabilmek için Evren’den bir parça daha zaman istiyorum...

Gene ne kadar uzattım sözü. Biz oyuncular biraz böyleyiz, tutamıyoruz kendimizi. Yarın yıllar sonra ilk kez tatile çıkacağım. Eşimle Bodrum’a gideceğiz. Fazla değil, bir hafta sonra dönüp yaptığımız provaları yazacağım... Sonra yaz boyunca oyun üzerine sürecek bireysel çalışmalarımı aktaracağım. Yani gene uzatacağım lafı...