Wednesday, January 30, 2008

Erkan Oğur - İsmail Hakkı D. - Ey Zahit Şaraba Eyle İhtiram

* 43 *

André Cajot



Şeriat oğlanları
Nice yol keser bana
Hakikat denizinde
Bahri oldum yüzerim

YUNUS EMRE

* 42 *

Ashley van Raaphorst


Bektaşiye sormuşlar:
- Erenler, tütün haram mı, helal mi?..
Bektaşi,
- Helalse içiyorum, haramsa yakıyorum !...
demiş...

Friday, January 25, 2008

* 41 *

Pete Revankorpi
BİR KUŞUN RESMİNİ
YAPMAK
Önce bir kafes resmi yaparsın
Kapısı açık bir kafes
Sonra kuş icinBir şey çizersin içine
Sevimli bir şey
Yalın bir şey
Güzel bir şey
Yararlı bir şey
Sonra göturur bir ağaca
Asarsın bu resmi
Bir bahçede
Bir koruda
Ya da bir ormanda
Saklanır beklersin ağacın arkasında
Ses çıkarmaz
Kımıldamazsın
Kuş bazan çabuk gelir
Ama uzun yıllar bekleyebilir de
Karar vermezden önce
YılmayacaksınBekleyeceksin
Yıllarca bekleyeceksin gerekirse
Resmin başarısıyla hic ilişiği yoktur çünkü
Kuşun çabuk ya da yavaş gelmesinin
Geleceği olup da geldi mi kuş
Çıt çıkarma yok
Kafese girmesini beklersin
Girdi mi kafese fırçanla
Usullacık kapısını kaparsın
Sonra kuşun bir tüyune dokunayım demeden
Bütün kafes tellerini teker teker silersin
Yerine bir ağaç resmi yaparsın
Dalların en güzeline kondurursun kuşu
Tabii ne yaprakların yeşilini unutacaksın
Ne yellerin serinliğini
Ne de yaz sıcağındaki böcek seslerini
Otlar arasında
Sonra beklersin ötsün diye kuş
Ötmezse kötü
Resim kötü demektir
Öterse iyi olduğunun resmidir
İmzanı atabilirsin artık
Bir tüy koparırsın usulca
Kuşun kanadından
Ve yazarsın adını resmin bir köşesine
Jacques PREVERT
Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu

Monday, January 21, 2008

* 40 *

“ Evet sözlerim namus aşkı üzerine…
Bu hayat hakkında sizin de, başkalarının da
ne düşündüklerini bilmem;
fakat ben kendi nefsime,
kendimden farklı olmayan birinin korkusuyla yaşamaktansa
son nefesimi seve seve veririm…
Zaman olur ki insanlar alınyazılarına hükmederler.
Ama biz yamak olmuşsak,
kusur yıldızlarımızda değil,
o bizim kendi içimizde.”


(William Shakespeare, Julius Caesar, I, 2)

Çeviren:
Nureddin Sevin

* 39 *

Güzin Tezel

SONE

vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
0 kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
değil mi ki korkudan dili bağlanmış sanatın,
değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
değil mi ki kötüler kadı olmuş yemen'e
vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
seni yalnız komak var ya, o koyuyor adama

William Shakespeare

Türkçe söyleyen:

Can Yücel

Monday, January 14, 2008

* 38 *

Saat: 02:00

Bu gece saat 20:00’de iki haftadır ara verdiğimiz “Savaş İkinci Perdede Çıkacak” ı yeniden oynamaya başlayacağız

Meslek hayatımın başlangıcında uygulamalar böyle değildi.
Kendi yatağına doğup akmaya başlayan hiçbir oyuna dokunulmazdı.
Bir oyun dünyaya gelirdi ve soluk almaya başladığı sahnesinde aylarca, ara vermeden oynardı…
O tarihlerde 1 Ekim geldi mi, açardık perdelerimizi.
Muhsin Ertuğrul Usta’nın Amentü’süydü bu gelenek, sanki kutsal bir dokunulmazlığı vardı.
Her yılın sonunda kutlu 1 Ekim günü başlayan tiyatro mevsimleri, gelmekte olan yeni yılın ilk aylarına doğru yürür, ilerler, yeni yılı kucaklar ve o yılın Mayıs ayının sonuna kadar asla fasıla verilmeden sürerdi.
Oyunculuk ömrümün o ilk yıllarında, bir tiyatro sezonu boyunca, yedi – sekiz ay hiç duraklamadan oynadığım o kadar çok oyunu hatırlıyorum ki…

Önce kutsal 1 Ekim ritüelinin sihrine dokunuldu.
Perdeler, Ekim Ayı’nın farklı haftalarında, rastgele tarihlerde açılmaya başlandı.
Ancak bu değişimin, akıp ilerleyen ‘Zaman’ içinde nedenleri vardı kuşkusuz.
Tiyatromuzun insan kaynakları, genç oyuncuların katılımlarıyla genleşip büyümeye, giderek kabarmaya başlamıştı.
Zenginleşen kadrolarımız, oyun dağarcığımızın çeperlerini sayısal olarak zorluyordu, bu da ister istemez yeni sahnelerin açılması, etkinliklerimizin yaygınlaşması demekti.

Açılımlarımız, merkezden dışarıya doğru, çapları büyüyen halkalar halinde büyüyüp gelişmeye devam etti.
Anadolu’nun en uç noktalarına kadar, bir çok ilimizde bölge tiyatroları açıldı, bu merkezler, insanlarımıza hizmet verecek oyuncu ve teknik kadrolarla beslenip doyurulmaya başlandı.
Her sahnesinde en az farklı iki oyun oynayan dev bir repertuar tiyatrosu haline gelmeye başladık.
Kan dolaşımının nabzı, çok hızlı ve yüksek atan bir organizma halinde yaratmaya devam ettik.
Oyunlarımız doğdukları yuvalarda çakılıp kalmıyor, bağlı oldukları bölgelerin farklı sahneleri arasında gezinerek sergileniyordu.
Amaç, hizmet verdiğimiz kentin uzak köşelerine ulaşmaktı.
Kentlerde küçük kıpırtılar olarak nitelenebilecek bu gezinmeler, büyük yolculuklar haline dönüşerek, uzak Anadolu kentlerine kadar uzanıyordu.

“Şavaş İkinci Perdede Çıkacak” gözlerini dünyaya 16 Ekim 2007’de İstanbul Atatürk Kültür Merkezi Oda Tiyatrosu’nda açtı.
O tarihten bu yana sahnesini kardeş oyunlarla paylaşarak varlığını sürdürdü.
Bu gece oyunumuzu, elimizden alınan Taksim Sahnesi’nin yerine, Şişli “Cevahir Alış – Veriş Merkezi”nde bulunan, sinema salonundan bozma yeni bir mekanda sergileyeceğiz.

Bundan sonra tekrar doğduğumuz yuvaya dönebilecek miyiz bilmiyorum.
Rivayet muhtelif, AKM’nin yıkılıp yıkılmayacağı müphem, hala belli değil.
Yıkılmayacak olsa da en yakın tarihte (Mart diyenler var; Nisan Ayı diyenler var) içinde sürmekte olan çalışmalarımızın durdurulup derhal tadilata başlanacağı söyleniyor.
Bu tadilat kaç yıl sürer o konuda hiç kimsenin bir fikri yok.
Söylentiler bu kadarla da kalmıyor:
Önümüzdeki aylarda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilecek yeni bir yasa ile, Devlet Tiyatroları’nın tüm varlığının, çalışmaların sürdürüldüğü bölgelerde Kent Belediyeleri’ne devir edileceği artık çok sıkça telaffuz ediliyor…

Biz bu gece “Cevahir Alışveriş Merkezi”nde oynayacağız ve ben hala oynuyor olmamıza müteşekkirim.

Friday, January 11, 2008

* 37 *

Ginsui - rin
YAŞAR NABİ NAYIR’A


İstanbul, 4.1.1936

Çok aziz kardeşim,

Size bu mektubumla beraber bir hikaye de gönderiyorum. Bu hikayenin macerası biraz garip. İhsan Aygün bey denilen bir zat benden bin rica ile bir hikaye istemisti. Ben de kendisine “Stelyanos Hrisopulos Gemisi” diye bir hikaye vermiştim.
Yücel mecmuasına konacaktı. Geçen hafta İhsan Aygün beyden öğrendim ki, mecmua sahipleri yazımı kozmopolit bulmuşlar. Halbuki yazım siz de takdir edeceksiniz ki, çok humain bir yazıdır. Ve hatta mahalli renkli bir yazıdır. Bu adanın sakinleri Rum olmakla Türk olmamaları ve isimleri Hrisopulos olmakla insan yerine konmamaları lazım gelmeyeceğini benden ala takdir edersiniz. Hala ilan etmelerine ve yazımı koymamalarına karşın ben de kendilerine bir mektup yazarak bir küçük adanın balıkçılarını ve beni rahat bırakmalarını teklif ettim. Demek ki yazım mecmua sahiplerinin yahut mecmuanın karakteriyle imtizaç edemiyor ki iki aydan beri verildiği halde neşredilmiyor. Varlık’ın bu seferki nüshasına bu yazıyı behemahal koymanızı ve Yücel mecmuasının bu suretle bir emrivaki karşısında kalıp yazımı neşretmemesini
*1* istiyorum. Bana bunu yapınız. Bilhassa rica ederim.

Bu yazının bu nüshada çıkması benim için bir izzetinefis meselesi olduğu kadar çok şiddetli bir arzudur da… Çünkü bu hikaye ithafiyesiz olmakla birlikte yaşayan birine ithaf edilmişti. Ve derhal ona gönderilmesi lazımdır. Bunu benden esirgemeyeceğinizi ve bu nüshaya yazımı muhakkak yetiştireceğinizi bana vaat ediniz, çok rica ederim. Baki muhabbet ve selam kardeşim.

Sait Faik

*1* Sözü geçen hikaye Varlık Dergisi’nin 15 Ocak 1936 tarihli sayısında çıkmıştır.


Bu mektup dün gecenin ilerleyen sularında aniden çıkıverdi karşıma.
Kaç gündür Kafka’nın Aforizmalarını sıraladığı defterlerini, dura-kalka, ince eleyip-sık dokuyarak yeniden okuyorum.

Asla uzaklaşmayı, unutmayı, kaybetmeyi göze alamadığım yazarlar oldu hayatımda, o yazarların altını çizdiğim yazıları oldu.
Onların kitapları baş ucumdan hiç eksik olmadı, kimi tümcelerini ak kağıtlara kopya edip karşıma iğneledim. gözlerimi kaldırdığım anda görebileyim diye.
Kafka, onlardan biridir benim için, hiç değişmeyen önemi ve konumuyla.

Dün gece yarısı, bir yandan okuyup, bir yandan da üzerlerinde notlar aldığım aforizmaları sezemez hale geldiğimde, kitabı ve defterimi kapatıp bir yana bıraktım.
Ben, okumalarımdan doğan yorgunluklarımı, derhal farklı metinleri okuyarak dinlendiren biri oldum hep.
Anı / Günce / Mektup türlerini okumaktan aldığım önünde durulmaz hazzı bu disiplinime bağlıyorum.
Dün gece de öyle yaptım, yorulmuş, biraz dağılmış gergin zihnimi dengelemek, yenilemek üzere, sıkça geri döndüğüm eski Türk Dil Kurumu Dergi’lerinden Mektup Özel Sayısı’nı aldım elime, rastgele okumaya başladım ve birden irkildim.

Sait Faik’in 4.1.1936 tarihinde, Yaşar Nabi Nayır’a yazdığı mektubu sanki ilk kez okuyor gibiydim.
Mektubu üst üste birkaç kere okudum; şaşkınlığımı üstümden atamadım.
Öykülerini neredeyse ezberleyecek kadar çok okuduğum bir yazarımızdır Sait Faik…
Mutlaka gözümden kaçmıştı ya da okumuş da üzerinde durmamıştım…
Oysa, bu olasılık da pek geçerli değildi, çünkü yazarın mektubunda sözünü ettiği öykü, Abasıyanık yangınını yüreğimde tutuşturan, onun okuduğum ilk öyküsü idi.
“Stelyanos Hrisopulos Gemisi”…
Gecenin sessizliği iyice işledi iliklerime, ne budalalıktı, besbelli okumamıştım bu mektubu, çok kırıldım kendime.
Çünkü bu öykünün, ömrüm boyunca birbirini tekrarlayan, inanılmaz yaşanmışlıkları vardı.

Sanırım 50’li yıllardı, ilk mektep dört ya da beşinci sınıfı okumaktaydım ve çok net hatırlıyorum bir yaz tatiliydi.
Sıkı bir okur ve kitapsever olan dayım, üzerinde büyük süslü harflerle “Semaver” yazan boyutları küçümen, sayfaları sarımtırak saman kağıdından bir kitap tutuşturdu elime ve “Bu kitabı okumalı, yazarını tanımalısın!...” dedi.
Sesinin inceden ‘Emir’ sızdıran edasını hemen fark etmiştim…
Önceleri biraz zorlanarak ama giderek hızlanıp coşarak, bir çırpıda okuyup bitirmiştim bu güzel kitabı.
Bundan sonra Sait Faik’le aramızda, gemici urganları ile düğümlü, hayatımın bu demine kadar kopmadan, demir almadan süren, sürdükçe beni kendi serüvenine çekip sürükleyen bir aşk başladı.

Okuduğum kitaptaki öykülerden en çok;
“ – Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın.” diye başlayan “Semaver”den bile daha çok;
“Stelyanos Hrisopulos Gemisi” kaplamıştı yumruğum kadar çocuk yüreğimi.
Öykü, ihtiyar, fukara balıkçı Stelyo ve torunu, dostu, yol arkadaşı Trifon üzerine kurulmuştu.
“Her şey sevgi ile başlar” diyen yazarın buğulu insan sevdası tütüyordu her kelimesinden.
Bir garip, buruk, hüzünlerden haroşa örgülü, ihtiyar adam / çocuk; dede / torun birlikteliği…
Anası ve babasını üst üste yitiriveren Trifon, dedeciğinin bağrına emanet kalmıştı ve onu “dede” diye çağıracağına “baba” diye de ünlüyordu.

- Uyuyor muydun, Trifon?
- Uyuyordum ya… Balık var mı baba?
- Yok.. deniz sanki bomboş
- Neden acaba?
- Muhakkak bir canavar peyda oldu, Trifon. Yoksa bu vakit balık olmaz mı?
- Dede… Sen hiç canavar gördün mü?

Yalnızlıklarını, , yoksunluklarını, acılarını birbirlerine katık eden iki insancık…
Trifon, yavuklusu denizle, deniz için yontup, ekleyip, çakıp, yapıştırıp yaptığı minicik gemileriyle yırtıyordu ıssızlıklarının duvarlarını.

- Trifon, orada mısın?
- Buradayım!...
- Bir yere kaybolma sakın.
- Gemi yapıyorum.
- Yine mi gemi?
- Bu seferki ötekine benzemeyecek. Kocaman bir şey olacak. Akıntı gibi koşacak.
- Adını ne koyacaksın geminin, Trifon?
- Adını mı? Adını mı?... Şey… “Stelyanos Hrisopulos” koyacağım.

Trifon’un o güne kadar yüzdürdüğü en güzel, en afili gemi.
Tek başına bir çocuk Trifon, hiç arkadaşı yok.
Oysa ada yerlilerinin bir tomar çocuğu var, onlara Japon mağazasından alınıyor, pilli, motorlu oyuncak gemiler.
Ve bu şımarık veletler, Trifon, elinde salıverdiği sicimi, rüzgarın kanatlarına bırakmışken yelkenlisini, sadece eğlenmek için, gizlendikleri yerden taşa tutup batırırlar “Stelyanos Hrisopulos Gemisi”ni öykünün son cümlelerinde.

“Neden??!!...” diye sormuştum çocuk aklımla…
Dün gece “Neden”in ‘Neden’ini Sait Faik’in mektubunda bir kez daha buldum utanç içinde.
Neden olacak:
Bizden olmayan, bize benzemeyen taşlansın, ezilsin, batsın, yok olsun düşüncesinden…

Aradan yıllar geçti.
2000’lerin başında TRT dört bölümlük bir dönem dizisi yapmaya karar verdi.
Dizinin adı:
“Havada Bulut”
Projenin yönetmeni kadim dostum Tarık Alpagut, dizinin rol dağılımı için çağırdı beni.
“Havada Bulut” üzerine kısa bir açıklama yaptı, değerli yazar Ayfer Tunç, Sait Faik’in bir ayağı Tarlabaşı’na, diğeri Burgaz Ada’ya basan on adedi aşkın öyküsünü, üzerinde üç yıl çalışarak harmanlamış, birbirleri içinde evcilleştirerek görkemli bir senaryo yazmış.
Ben, Burgaz Ada ayağında oynayacakmışım.
“Tarık, lafı uzatma kimi oynayacağım?...” diye sordum.
Benim Sait Faik’ten vurgun yemiş biri olduğumu bildiği için, “Tamam uzatmıyorum Stelyo..” dedi…
Şu anda gün gibi hatırlıyorum; şakaklarıma konuveren terlemiş bir basınçla ve iyice emin olmak için, “Stelyanos Hrisopulos Gemisi” mi diye yineledim; dudaklarım titriyordu.
“Evet…” dedi Tarık…
Tarık’a ikinci sorum, “Kerim Usta (Afşar) ve Baykal Usta (Saran) oynuyorlar mı oldu…
Kerim Ustam, Yurt dışına gitmek zorundaymış, “fırsatı kaçırdım, çok üzgünüm” demiş.
Baykal Babam, “bana rolün adını söylemeyin ne verirseniz oynarım, kahvehanede çay içen adamı bile oynarım, ne zaman başlıyoruz?” diye sormuş.
O ikisi, benim oyuncu peygamberlerim, ikisi de hasından Sait Faik hastalığı çekerlerdi…

Kerim Usta, “Yaşasın Edebiyat” adı altında yıllarca kendi sahnelediği Sait Faik öykülerini tek başına oynamıştı…
Bütün provalarında yanında olmuş, çayını, kahvesini taşımış, terlemiş fanilalarını kurutmuştum…
Baykal Usta, başka bir alemdi bu hususta.
Herhangi bir Abasıyanık öyküsünden bir şey sorduğunuzda neredeyse ilgili cümleyi ezbere aktarırdı…
Ankara’da her ayın bir günü, iki peygamberimle buluşur rakı içip sadece Sait konuşmak üzere meyhaneye yollanırdık.

Çekimler başladı, artık Baykal Usta’mla birlikteydik Burgaz Ada’da
Yan yana tutulan iki evde gerçekleşiyordu çalışmalarımız.
Bol zamanlarda çalışılıyordu, enfes bir Ağustos’un ortasındaydık… Ada’daki Öğretmen Evi’nde kalıyorduk…
Akşam üzereleri Ustamla nevaleyi düzüyor, rakımızı tedarik ediyor, doğru Kalpazankaya’ya Sait’in üzerine oturup yazılarını yazdığı taşa kadar yürüyor, güneşi batırıyorduk birlikte…
Gene böyle bir akşam, Baykal Ağabey “Oğlum alpay, buraya bizi Sait çağırdı biliyor musun, bu işaret doğru okunmalı..” demişti, sesi hiç çıkmıyor aklımdan.
Ada’da çektiğim son plan gene Kalpazankaya’daydı.
Enfes bir yaz gecesinde bir köy düğünü çektik orada, kıyıda, Sait’in oturağının hemen yanında…
Aslında bu da Sait Faik’in gönderdiği bir başka işaretti, ama ben başıma gelecekleri bilmiyordum o tarihte.

Sevgili kızıma da Sait Faik sevdasını ben bulaştırdım, hem de okuduğum ilk öyküsüyle…
Daha küçücüktü, bir İstanbul gezimizde Elif’i onun müze evine götürmüştüm.
Çok heyecanlanmış, daha çok okumaya başlamıştı Sait’i…
Yıllar geçti aradan, büyüdü evlenmeye karar verdi ve düğününü Burgaz Ada Kalpazankaya’da yaptı…
Sait kendisini seven herkesi bir türlü çağırmış yan yana getirmişti Burgaz Ada’da…

Abasıyanık, mektubunda öyküsünü yaşayan birine ithaf ettiğini söylüyor, o kişi ben olamaz mıyım…

Thursday, January 10, 2008

* 36 *

“HATIRLIYORUM”,
Ünlü star Marcello Mastroianni’nin, ölümünden çok kısa bir süre önce, Anna Maria Tato tarafından filme çekilen Otoportresi’nin adı…
Tato, ölümüne günler kalan Mastoianni’yi kendi görüntüsü ve sesinden tüm oyunculuk ömrünü aktardığı anıları ile son kez tarihe bırakmak istemiş.

Tato, “Büyük oyuncular yönetilmezler, korunurlar” cümlesinden yola çıkarak, çekim klaketinin üzerine ‘M.M. – Otoportre’ yazıp başlamış işine…
Mastroianni o tarihte Manoel de Oliviera’nın yönetiminde, Portekiz’de dağlar arasında “Voyage au debut du monde” (Dünyanın Başlangıcına Yolculuk) adlı (sanıyorum oyuncunun gerçekleştirdiği son filmi) projeye başlamak üzere.
Tato, Oliviera’nın setini zorlamayacak altı kişilik küçük bir ekip kurmuş, Marcello, bu ekibe, değerli görüntü yönetmeni Peppino Ratunno’yu çağırmış ve büyük set içinde minicik ikinci bir set daha kurulmuş.
Mastroianni, büyük setten arta kalan zamanlarında, pençesinde çırpındığı amansız hastalığa rağmen, minicik ekibe oyunculuk ömrünü ilmekleyen anılarını hatırladıkça anlatmış…

Hayran olduğum, yaptığı her işten etkilendiğim, ondan öğrendiklerimi daima temize çektiğim bu büyük oyuncunun anılarını, öldükten sonra televizyonda yüreğim burkularak, hüzünler içinde seyretmiştim. Son derecede çarpıcı, yalın bir ölüm manifestosu gibiydi. Kameranın karşısına geçmiş, o enfes bas-bariton sesi ile, geçmişi anlatıyordu, oyuncu enerjisinin hiç tükenmeyen coşkusu ile, yüzündeki gülümsemeyi asla düşürmeden…

Tato’nun filmindeki Mastroianni’nin sesi sonradan deşifre edilerek kitap haline getirilmiş ve kitap Can Yayınları tarafından Ayça Gülsoy’un mükemmel çevirisi ile dilimize kazandırılmıştı. Kitabı sevinçle edinmiş ve okumak için özel bir zamanı beklemiştim. Geçen yaz eşimle birlikte gezindiğimiz Yunan Adaları yolculuğunda, geminin güvertesinde, parlak Akdeniz güneşi altında bir solukta, engin hazlar duyarak okudum.
Tato, kitabın sonuna eklediği filmin yapım öyküsünde bir sevimli detayı öne çıkartmış; şöyle diyor:

“ Bizim çekim levhasının üzerinde yalnızca ‘M.M. – Otoportre’ yazılıydı. Bir gün Marcello tüm belgelerle birlikte, gelişigüzel kaydedilmiş kısa anılarını da izlediğinde, bu bölümlerin filmin ve kitabın girişini oluşturduğunu fark edene kadar bu başlık kaldı. İşte o zaman bölümüm son cümlesini tekrarlarken, bana dönüp:
“Hatırlıyorum, evet, hatırlıyorum… neden olmasın?” dedi.”

Kitabın en başına dönelim ve birinci episodu okuyalım; bakalım neler hatırlıyor yaşlı oyuncu:

YAŞLI BİR FİL GİBİ

Kocaman bir muşmula ağacını hatırlıyorum.

Günbatımında Perk Avenu’da, New York’un gökdelenlerine bakarken şaşkınlığımı ve büyülenmemi hatırlıyorum.

O sapsız alüminyum sahanı hatırlıyorum. Annemin bize onun içinde yağda yumurta pişirmesini.

Büyük bir plaktan gelen Rabagliati’nin sesini ve şarkısını hatırlıyorum: “Yüreğin saati – Böyle çalar – tik – tak”.

Clark Gable’ı, siyah beyaz perdede çok genç hatırlıyorum: Şöyle bir dönüp gülümsemesini – hergele müthiş sempatikti. Hangi filmdi? Galiba Accade una notte (Bir gecede Oldu) idi.

Dedemin ve babamın marangoz dükkanını hatırlıyorum. Dedem bir iskemle yapıyor. O tahta kokusunu hatırlıyorum, ah, o tahta kokusunu!

Almanların Üniformalarını hatırlıyorum. Tahliyelerini hatırlıyorum.

Bir keresinde uçan bir balonun içinde yaşadığımı düşlediğimi hatırlıyorum. Ya da belki bir uzay gemisinde.

H.G. Wells, Simenon, Ray Bradbury’yi hatırlıyorum.

‘Domenica del Corriere’deki renkli çizgi romanları hatırlıyorum. Tabii Flash Gordon’u da.

Fellini’nin bana Snaporaz diye ad takmasını hatırlıyorum.

İlk kamp yapışımı hatırlıyorum.

Çehov’u hatırlıyorum, özellikle kaptan Solenyi’yi, Üç Kız Kardeş’te ‘pio – pio – pio – pio’ deyip durmasını.

İlk kez dağları görmemi, karı, tattığım heyecanı hatırlıyorum.

Stardust’ın müziğini hatırlıyorum. Savaş öncesiydi. Bir kızla dans ediyordum, çiçekli bir elbise giymişti.

Peroni birasının eski reklamlarındaki atı hatırlıyorum.

Nohut çorbasının kokusunu ve tadını tam olarak hatırlıyorum. Ve Noel akşamı oynadığımız tombalayı hatırlıyorum.

Liberators’un korkunç gümbürtüsünü, Amerikan uçaklarının Roma üstündeki ilk bombardımanlarını hatırlıyorum.

Fred Astaire’in tüy gibi hafif zerafetini hatırlıyorum.

İnsanın aya ilk yavaş çekim dokunuşunu hatırlıyorum. Peki, ben neredeydim?

Torino’da ilk gördüğüm filmi hatırlıyorum. Ramon Novarro’un Ben Hur filmi. Altı yaşındaydım.

Kızım Chiara doğduğunda Paris’i hatırlıyorum.

Pirinç kroketlerini hatırlıyorum. Her gün satın almak mümkün değildi. 40 kuruşa satılıyordu.

İlk erkek şapkamı hatırlıyorum; Saratoga modeliydi.

Şarlo’nun komikliklerini hatırlıyorum.

Erkek kardeşim Ruggerro’yu hatırlıyorum.

Benden 2122 yıl önce ama benim evimden yalnızca iki adım uzaklıkta, Arpino’da, M.S. 106’da Cicero doğmuş. Dedem bununla övünürdü, bizim onunla hemşeri olduğumuzu söylerdi. Sonra da iç çekerek; “Vitam regit fortuna, non sapientia”, derdi. “Hayatı bilgelik değil, şans belirler.”

Bir yaz gecesi, yağmurun kokusunu hatırlıyorum.

Ulysses’in serüvenlerini hatırlıyorum: “Musa, şekilden şekle giren zeki adam.

Cassius Clay’in (‘Ağız’ denen adam) Frazer’le New York’ta kapışmasını hatırlıyorum.

Mimari çizim hocam, Mimar Ridolfi’nin beyaz kafasını hatırlıyorum.
Kızım Barbara’nın ilk desenlerini hatırlıyorum.

Tiber’i kaldırıp altından yol geçirme projemi hatırlıyorum…

Greta Garbo’nun ayakkabılarıma bakıp: “Italian shoes” demesini hatırlıyorum.

İlk içtiğim sigarayı hatırlıyorum. Hatırladığım kadarıyla mısır koçanından yapılmıştı.

Umberto Amcam’ın elleri hatırlıyorum, kerpeten gibi kuvvetliydiler, heykeltıraş elleri.

Gary Cooper beyaz smokiniyle Chez Maxim’s ‘e girdiğinde ortalığı nasıl bir sessizliğin sardığını hatırlıyorum.

Küçük bir istasyonu ve trenlerin gürültüsünü hatırlıyorum. İstasyondaki barın kasasını hatırlıyorum. Kasa “Dlin – dlin! Dlin – dlin!” yapıp duruyordu. “Konsomasyon”.

Marilyn Monroe’yu hatırlıyorum.

İlk sahip olduğum otomobili hatırlıyorum, bir steyşın Topolino idi.

Bu aptal tekerlemeyi neden hatırladığımı bilmiyorum: “Madam Dore’nin ne güzel kızları oh, ne güzel kızları.”

Artık görünmeyen ateşböceklerini hatırlıyorum.

Moskova’nın Kızıl Meydan’ındaki karı hatırlıyorum.

Düşümde, bana annemle babamın anılarını yanımda götürmemi söyleyen sesi hatırlıyorum.

Savaş arasında bir tren yolculuğunu hatırlıyorum; trenin tünele girmesini; her tarafı karanlık kaplamasını, işte o anda, sessizlikte, bir yabancının beni dudaklarımdan öpüvermesini hatırlıyorum.

Mistik bir sisin örttüğü ışıkların kesilmiş olduğu ve olağanüstü sessizliğe bürünmüş Kudüs’ü hatırlıyorum.

2000’de dünyanın neler yapacağını, neler olacağını görme arzumu hatırlıyorum. Ve orada bulunup aynı yaşlı bir fil gibi hatırlamak istiyorum, evet çünkü – hatırlıyorum – her zaman meraklı biriydim, böylesine meraklı…

Kertenkele avına gidişimizi hatırlıyorum – Ve sapanımı!

İlk aşk gecemi hatırlıyorum.

Hatırlıyorum, evet, hatırlıyorum ………………….



Tuesday, January 8, 2008

* 35 *




PRELÜD
sıkıldıkça canın kirlendim sanacaksın
bir dere gibi oysa gökyüzüne aldırmadan akacaksın
hem taşları hem bulutları ağırlayacak koynun
— ah zanaatkâr inceliği kuşların

ağrılarla doğuracaksın
ruhun buz gibi suyun içinde
her yanın karanlık önce sonra her yanın çiçek
— ah ıslak yalnızlığı dağların


anladıkça her şeyi bağışlayacaksın
yaşlı bir ağacın da yaprakları için yaşadığını
tek arınmış sonsuzca bir şey açacak sesinde
— ah öpülesi bilgeliği dipteki süngerin


9 eylül'94 / ankara
Suat Kemal Angı,
"Uykulu Irmak"
Çok uzun bir zamandır ruhumu bu denli derinden sarsalayan bir şiir okumamıştım

* 34 *


Ahmet Necdet'ten üzerlerine karlar yağmış Haiku'lar



Fotoğraf: Hana Cowpe


Dökülüyor bak
binlerce on binlerce

taçsız taçyaprak

M. Kinnunen


Günler kısaldı
ay kırmızı kar beyaz
bir düşe d
aldı


Hans Koot

Kurumuş bir dal –
yanık odun kokusu
uluyan çakal


Christopher Appoldt


Ya minik serçe?
o kışsever bir kuştur
çok üşüse de



Mark Drago


Düş görsün bırak
karla sevişen
şiir
ışıldayarak


J. M. Johnson


Rüzgar kar tipi –
biricik neşem sensin
canım kartopu


Don Paulson


Sis çöktü yine –
tatlım kar mı yağacak
ak yüreğine?


Leif Westling

Bir niyet tuttum:
yağan kar mı şiir mi?
haiku’ya battım


Sunday, January 6, 2008

* 33 *

Fotoğraf: Ali Şengün
Kucaklarsak hayatı,
sabahlar kendinden erken uyanır;
bekler,
sarılıp öpmek için,
yanaklarından kendini.

erkan oğur - ismail hakkı demircioğlu

"gören bizi sanır deli
usludan yeğdir delimiz"...

Bu gecenin yolu hazrete varır...

Friday, January 4, 2008

* 32 *


Ne oluyoruz yahu !...
Hadi Çaman, kendine gel…
Oyuncuların kıtlığına kıran mı girecek be !…
Daha Savaş’ın ‘elveda’sına kafamı yatıramadan, hastane köşelerinde senin haberini duydum…
Tamam, çıkıyormuşsun bugün hastaneden…
Haydi, gene “yırttın” deli herif, çok sevindim…
Kaç gündür ‘Net’te, o gazete senin, bu gazete benim, kötü bir şey duymayayım diye deli gibi dolanıp, durmaktaydım….
Bana bak, kafan karışıktır senin yanındaki ayıcığı unutma orada, bak bu çok önemli…
Neyse, oğlun, hastanesine kaldırıldığın üniversitenin öğretim üyelerinden, unutursan sahiplenir oyun(cağını) getirir yanına…
Bana bak oğlum; kaç dinozor kaldı geriye senin gibi, haydi çabuk ayaklan ve hemen dön işinin başına, seni ‘Sahne’nin karanlığından başka bir şey paklamaz…
Çabuk yak ışıklarını, gelmeyim yanına…
Söylettirme, dellendirme beni…

* 31 *

Fotoğraf: Henri Cartier-Bresson / 1947

" Hep şeref, doğruluk, merhamet, başkalarını da düşünmek, büyük acılara, talihsizliğe, haksızlığa göğüs germek, bunlara rağmen ayakta kalabilmek gibi konular üzerinde yazmışımdır. Bunları yazarken göz önüne aldığım kişiler ise bu değerlere nam olsun diye değil, erdemliliğin gereği olduğu için önem veren, onlara her biri başlı başına bir erdem olduğu için de değil, sadece kendileriyle barışık yaşamak ve zamanı gelince de huzur içinde ölebilmek için sıkı sıkıya bağlanmış insanlardır. "

William Faulkner
Temmuz 1941'de Warren Beck'e yazdığı bir mektuptan

* 30 *

Fotoğraf: Elif İzbırak Yavuz



ŞİİR İÇİN CEVAPLAR


1.
Şiir gecenin kardeşidir,
gündüzün annesi.

Yürekteki büyükbabadır şiir.

2.
Şiir örümceğin sesidir,
duvarın şarkısı.

Duvarcının türküsüdür şiir.

3.
Şiir yağmurun deresidir,
saç diplerinin teri.

Teknelerin taze sancağıdır şiir.

4.
Şiir afişlerin çerçevesidir,
harflerin çizgisi.

Çıngırağın içindeki madendir şiir.

5.
Şiir kamyonetlerin mavisidir,
kamyonların yiğitliği.

Faytonların yazılmamış tarihidir.

6.
Şiir bakracın çeşmesidir,
kuyunun yolcusu.

Kaynağın bekçisidir şiir.

7.
Şiir cambazın dengesidir,
hokkabazın seyircisi.

Sihirbazların rüyasıdır şiir.

8
Şiir üzümün güneşidir,
elmanın kurdu.

Böğürtlenlerin tozudur şiir.

9.
Şiir gümüşün simgesidir,
çeliğin yapılışı.

Kurşunun çıkışıdır şiir.

10.
Şiir çitlerin dikenidir,
tarlanın sürülmesi.

Rençberin dalgınlığıdır şiir.

11.
Şiir tatarcıkların saatidir.
ateş böceklerinin saniyesi.

Tabiatın yıllarıdır şiir.

12.
Şiir ölümün gölgesidir,
yaşamanın örtüsü.

Çocuğun savunmasıdır şiir.

13.
kumsalın eleğidir,
kayanın tortusu.

Mermerin sunduğu damardır şiir.

14.
Şiir uykusuzluğun şiltesidir,
uykunun haritası.

Balkonun uyanışıdır şiir.

15.
Şiir ateşin habercisidir,
yangının kundakçısı.

Yanardağın üstündeki kuştur şiir.


ÜLKÜ TAMER


* 29 *

Fotoğraf: Kerem Okay

SU...

Dağların mağrur doruklarını aşındırır. Koskoca kayaları soyar ve alıp götürür. Taşıdığı toprakla dibini yükselterek eskil kayalardan ötelere kovar denizi. Sarp kıyıları sarsar, talan eder; birdenbire yok edemediklerine bile bir daha rahat vermez. Irmak biçimine girdiğinde, taze toprağı koparip almak ya da bir yerlere yığmak için az eğimli ovalar arar. Bu nedenle çoğu ırmaktan söz ederken, her şeyin onlardan gelip geçtiği ve onlarla denizin birkaç kez yeniden denize döndüğünü söylemek olasıdır. Yeryüzünün hiçbir yeri, denizin eteklerine ulaşamayacağı kadar yüksek, hiçbir okyanus derinliği, ulu dağların köklerinin uzanamayacağı kadar alçak değildir. Bu yüzden su, kimi zaman sert, kimi zaman güçlü, kimi zaman ekşi, kimi zaman acı, kimi zaman tatlı, kalın ya da ince, kimi zaman sağaltıcı, kimi zaman öldürücüdür. Ne kadar değişik yerden geçerse, o kadar değişik özelliği ödünç alır gibidir. Nasıl aynanın rengi, yansıttığı nesnenin rengiyle değişiyorsa, su da geçtiği yere göre değişir: yararlı ya da zararlı, gevşetici ya da peklik verici, kükürtlü, tuzlu, pembemsi, korkunç, öfkeli, kızgın, kırmızı, sarı, yeşil, kara, mavi, yağımsı, yağlı, ince... Kimi zaman ateşe verir her şeyi, kimi zaman söndürür; bir sıcak, bir soğuktur; alip götürür ya da yığar, kazar ya da yükseltir, koparır ya da istifleri doldurur ya da boşaltır, yükselir ya da dalar, hızlı ya da dingindir; kimi zaman yaşam verir, kimi zaman ölüme neden olur; çoğaltır ya da yoksun bırakır; kimi zaman besler, kimi zaman açlığa sürükler; kimi zaman tuzlu bir tadı vardır, kimi zaman tasız ve kokusuzdur. kimi zaman taşar ve geniş ovaları sular altında bırakır. Ve bütün bunlar, zamanla değişir.

Leonardo Da Vinci, defterler, B.M. 57r

Thursday, January 3, 2008

* 28 *

Fotoğraf: Faika Berat Pehlivan



Kent dayanıyor bahçenin duvarlarına,
Yeni bahçeler çiz, gözlerinin kuşlarına.

Özdemir Asaf

* 27 *


Değerli şair Suat Kemal Angı,
* 25 * sayılı yaprağa, zerafet göstererek, zamanını harcamış bir not ve çiğ damlaları gibi dizelerini bırakmış.
Şairler, derinlikleri dipsiz mucizeler…
Sevgili yazar S. K. Angı, büyük şair, Turgut Uyar’ın anısının önünde, başı dimdik şiiriyle saygıyla eğiliyor.
Kıyamadım, hani olurda bu not gözünüzden kaçar diye düşünerek, şiiri ve yazarın çok beğendiğim bir fotoğrafını, sayfamın gün yüzünde sizlerle paylaşmak istedim.
Bakın Türk Şiiri’nin gür ırmağı nasıl akmakta…
Değerli sanatçının gönderdiği notu aynen aktarıyorum:


Türk şiirinin büyük eşiği Turgut Uyar'a selam olsun... Bu gençlik şiiri onun esiniyle yazılmıştı. "Göğe Bakma Durağı"ndan kim başı öne eğik geçebilir ki!



EN ZOR ÖPÜŞLERİNİ YONTMAK HEYKELLERİN

sonra gider deliririz birlikte yalnız gel
karanlıkta kır bahçelerinde boşlukta
acelemiz yok bu güzel bekleriz
bir bulut gelir göğsünde elma olur
bir tay içinden geçer deliren karanfilin
saçların sararır mutluluk olur

en zor öpüşlerini yontmak heykellerin
bu soğuk bu beton binalara karşı
bu kâğıt paralara naylon adamlara karşı
gidip şimdi bira içelim sokaklarda
ülkeler arayalım sevişelim
sıcak büyük lambanın altında
titreyen camilere titreyen okullara karşı
üşüyen kışlalara üşüyen bankalara karşı

sonra gider deliririz bir
acelemiz yok bu güzel bekleriz

22 mayıs'94 / ankara
Suat Kemal Angı, "Uykulu Irmak"


* 26 *


Ömer Volkan Cüran,
Daviantart.com’da tanımaktan son derecede mutlu olduğum bir kimlik, o sitedeki çalışmalarını “jevigar” rumuzu altında sergilemekte…
O da benim gibi bir kedi sevdalısı ve bencileyin fotoğraf sever bir kedi budalasını mutluluktan hayretlere düşürecek kadar güzel kedi fotoğrafları çeken biri…
Öylesine tanıyor ve biliyor ki kedileri, sanki çektiği birbirinden güzel kedi fotoğraflarında, makinenin ardında deklanşöre basan bir başka kedi var gibi…
Bahçesinde yaşayan kedileri ile arasında, karşılıksız sevdalarla bezediği bir ilişki kurmuş.
Çektiği her karede, ya kedileri canlarının dilediğinde (hep öyle yaparlar zaten), gelip ona poz vermişler ya da o, “gelin bakayım karşıma, şöyle durun, bu tarafa bakın, patileriniz de şöyle dursun…” demiş ve fotoğraflar öyle çekilmiş gibi bir hava esiyor.

Söyler dururum zaten, “Evren’in çekirdeğindeki karşılıksız sevgiyi yaşamak ve öğrenmek istiyorsanız, hayvanlarla sevgi bağları kurun…” diye…
Çünkü onlar ve içlerinde özellikle “nankör” (oysa hayvani değil, insani bir tanımdır bu) olarak kodlandırdığınız kediler, sizden sevginiz ve ilginizden başka bir şey (tıpkı insanların birbirlerinden bekledikleri gibi) beklemezler.
Diyelim ki bu duyguları onlara göstermiyorsunuz; hayvanlar, siz insanların pek sıkca yaptıkları gibi, sizi yargılamaz, sizden şikayet etmez, yakanıza yapışmaz, sizlerle birlikte yaşadıkları bu dünyada sessizce başlarının çaresine bakarlar…

Ömer Volkan Cüran,
Sitedeki sayfasında, bahçesinde büyümeye başlayan bir “Yavru Tekir”in öyküsünü yayınladı…
Bu öyküyü coşkularımla sizlerle paylaşmak istiyorum:
İlk fotoğraf şöyle idi:



Değerli fotoğrafçı, yayınladığı bu ilk çalışmasına “Yavru Tekir” adını vermiş ve fotoğrafının altına şöyle bir not düşürmüş:
“Evimizin bahçesindeki yeni yetmelerden biri...”

Sevgili Cüran, bahçesinde doğan, uğrayan ya da rastlayan diyelim, konuklara o kadar alışkın bir eda taşıyor ki, objektifini çevirdiği bu “yeni yetme” ile ilişkisinin hangi sonuçlara varacağını gün yüzü gibi biliyor sanki.
Ama “Yavru Tekir” öyle değil, fotoğraf makinesinden tedirgin ve bir hayli şaşkın.
Kendisine gözü ile değil de, tanımlayamadığı başka bir gözle bakan adamı anlamaya, adlandırmaya çalışıyor besbelli.
Tedirginliği, hatta korkusu, dikilmiş kulaklarından, irisleri büyümüş,keskinleşmiş gözlerinden, en ufak bir tehditte fırlayıp kaybolmak üzere yeri kavrayan patilerinden anlaşılıyor.
Günler sonra yayınlanan ikinci fotoğraf şu idi.


Değerli fotoğrafçı bu fotoğrafının altına bir not düşmemiş, çalışmasının adını “Yavru Tekir II” diye adlandırmış sadece.

Ama ben, biraz daha büyümüş palazlanmış “Yavru Tekir”in gözlerinde içten, derinden gelen Karşılıksız Sevgi’nin titreşimlerini görüyorum sanki…
Konaklandığı bahçenin sahibine minnetle bakıyor, teşekkürlerini sunuyor ona, “Beni yediriyor, içiriyor, ama en güzeli beni sahipleniyorsun, beni seviyorsun, bana emek veriyorsun, ben de seni sahiplenmeye seni sevmeye, emek vermeye hazırım…” diyor sanki…

“Yavru Tekir”in büyüyen, serpilen üçüncü fotoğrafı ise şöyle idi:

Sanatçı bu fotoğrafının adını da “Yavru Tekir III” olarak vermiş ve çalışmasının altına şöyle bir not eklemiş:
“Bu fotoğrafı bu sabah çektim. Daha önceden söz verdiğim gibi onu çekmeye devam ediyorum. Böylece 2.5 ayda ne kadar büyüdüğünü ve değiştiğini görebilirsiniz...”

Karşımızda 2.5 aylık bir Tekir Can ve ona 2.5 ay boyunca, insan sözlüklerinde, anlamı “Baba”ca olarak tanımlanabilecek bir emek vermiş, onu sevmiş, benimsemiş, hayata armağan etmek için çabalamış, duyulacak saygıların en büyüğüne layık, adı, Ömer Volkan Cüran olan bir güzelim insan ‘Can’ı var.
Bu fotoğrafı ilk gördüğüm anda gözlerimin yaşardığını anımsıyorum.
Öykü ilerleyerek kendini yazıyor…
“Yavru Tekir”, artık kabullenmiş babacığını, bir sabah vakti koşmuş gelmiş yanına, sevdalandığı babasının, ikinci gözünden, objektifinden de tedirgin olmuyor artık, bu aletin neye yaradığını da anlamış sanki, “Haydi çek suretimi, ilan et sevdamızı hayata” der gibilerden poz vermiş…

Öykünün dördüncü fotoğrafı:


Sevgili Ömer Volkan Cüran bu çalışmasına “Yavru Tekir IV” adını vermiş ve altına İngilizce olarak
“He's no more in the garden. Trying to adapt home...”
notunu eklemiş.
Yarım yamalak İngilizcemle bu nottan anladığım şu oldu:
“Adamım artık bahçede yaşamıyor, eve geldi, yerleşti ve yeni yuvasına alışmaya, uyuşmaya çalışıyor”…
Taptaze bir haber olmuştu bu benim için, “Yavru Tekir”in, önce bir ‘erkek’ olduğunu, sonra da, babasının onun önümüzdeki kış aylarında bahçede üşümesine kıyamadığını sevinerek ve coşarak öğrenmiştim.

“Yavru Tekir” bu fotoğrafta çok mutlu görünmekte. Gene kedice teşekkür ediyor, birlikte verilen bu taşınma kararından ne kadar mutlu olduğunu ifade ediyor, yeni mekanının tadını çıkarıyor.
Mutlu olmak, yalnızca insanlara ait, insan ipoteğine mühürlü bir duygu değildir.
Bu gökyüzünün altında yaratılmış olan her nesne (taşlar da dahil) mutlu olmayı yaşayabilirler…
Yeter ki ‘Mutluluğu’ birbirlerimize armağan edelim…


Bu ise ilerleyen “Yavru Tekir”li öykünün beşinci fotoğrafı…
Fotoğraf Sanatçısı çalışmasının adını,
“Standing Still”
olarak adlandırmış ve altına şu notu eklemiş:
“Yavru Tekir bahçemizde dimdik duruyor ve günden güne büyümeye devam ediyor...”
Bir dolu kedi büyütmüş biri olarak bana sorulursa, o artık bir “yavru” değil.
Biraz sonra evine girip, karnını doyuracak, sonra yalanıp temizlenecek ve tok karnına üzerine temiz bir uyku çekecek.
Artık yaşayacağı hayattan emin, ona beslenen engin Sevgi’yi emzirmiş, yaş almış, büyümüş de kedi adam olmuş bir kimlik o…
Yücelerden Yüce Karşılıksız Sevgi nasıl da ışıklara boğar, genleştirir, onurlandırır, sevindirir hayatı.
Tekir’in, yuvasının bahçesini bekleyen gururlu, sağlam duruşundan ve tavrından belli değil mi?

Gelelim sanatçının yayınladığı son fotoğrafa:


Sanatçı fotoğrafının adını;
“Cats Love Canon”
olarak belirlemiş ve şöyle bir açıklama notu eklemiş:
“Tekrar Yavru Tekir...Eve döndüğümde onu canon'umla beraber yatağımın üstünde buluverdim. Tabi haliyle bu fotoğrafı nasıl çektiğimi merak edebilirsiniz. Gidip kardeşimin canon'unu aldım ve işte karşınızda bir başka canon'la çekilmiş olarak: Yavru Tekir'im Canon 30D'yle birlikte.”

Öncelikle, sanatçının kurduğu “Yavru Tekir’im Canon 30D’yle birlikte” cümlesinde çınlayan sevince dikkatlerinizi çekiyorum.
Beni ‘İnsan’ olmaya özendiriyor bu tını.
Ömer Volkan Cüran’ın fotoğrafladığı bu öykünün beni son derecede heyecanlandıran, gönendiren yanı, iki ‘Can’ arasında el ele, yürek yüreğe kurulmuş ve büyümekte olan yaşama sevinci.
Bakar mısınız, Tekir, ilk başlarda çok tedirgin olup korktuğu, objektife nasıl alışmış, sahiplenmiş…
O fotoğraf makinesinden ziyade, sanki babacığına sarılıyor…

Bence bu öykünün gözler önüne serdiği kadim bir bilgi var:
‘Dil’ denen kavramının, ‘İnsan’ diye adlandırdığımız yaratığın kamusal mülkiyeti altında tapulu olmadığı, gökyüzüyle taçlanan, canlı/cansız diye tanımladığımız her yonganın ‘BİR’ olan ortak bir ‘Dil’e sahip olduğu ve eğer istersek, yüreğimizdeki ‘SEVGİ’ sözlüklerine eğilip bakarsak, bu dili derhal konuşmaya başlayabileceğimizdir…

Ömer Volkan Cüran, size, gerçekleştirdiğiniz bu enfes çalımanız için kendi adıma müteşekkir olduğumu bildirmek istiyorum.
Başka kedilerinizin suretlerinde buluşmak üzere sevgiyle kalın, yüreğiniz nur olsun…


Wednesday, January 2, 2008

* 25 *


GÖĞE BAKMA DURAĞI

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Su aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi aferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

Turgut Uyar

Tuesday, January 1, 2008

* 24 *

Fotoğraf: Güzin Tezel



Düşündüm...
Yürümeye başladığımdan bu yana,
hep yanında durduğum,
göğüs cebimden hiç düşürmediğim
10 sözcüğü alt alta yazdım...

1.
Evren
2.
Acı
3.
Işık
4.
Kedi
5.
Ağaç
6.
Ses
7.
Onur
8.
Güz
9.
Deniz
10.
Yoksulluk

* 23 *

Fotoğraf: Ebru Sidar



Her söylediğim ve her düşündüğüm,

Uyum içinde olsun Seninle

İçimdeki Tanrı,

Ötemdeki Tanrı,

Ağaçları yaratan.


Bir Kızılderili büyücünün duası


2008 hepimize kolay gelsin