Thursday, January 10, 2008

* 36 *

“HATIRLIYORUM”,
Ünlü star Marcello Mastroianni’nin, ölümünden çok kısa bir süre önce, Anna Maria Tato tarafından filme çekilen Otoportresi’nin adı…
Tato, ölümüne günler kalan Mastoianni’yi kendi görüntüsü ve sesinden tüm oyunculuk ömrünü aktardığı anıları ile son kez tarihe bırakmak istemiş.

Tato, “Büyük oyuncular yönetilmezler, korunurlar” cümlesinden yola çıkarak, çekim klaketinin üzerine ‘M.M. – Otoportre’ yazıp başlamış işine…
Mastroianni o tarihte Manoel de Oliviera’nın yönetiminde, Portekiz’de dağlar arasında “Voyage au debut du monde” (Dünyanın Başlangıcına Yolculuk) adlı (sanıyorum oyuncunun gerçekleştirdiği son filmi) projeye başlamak üzere.
Tato, Oliviera’nın setini zorlamayacak altı kişilik küçük bir ekip kurmuş, Marcello, bu ekibe, değerli görüntü yönetmeni Peppino Ratunno’yu çağırmış ve büyük set içinde minicik ikinci bir set daha kurulmuş.
Mastroianni, büyük setten arta kalan zamanlarında, pençesinde çırpındığı amansız hastalığa rağmen, minicik ekibe oyunculuk ömrünü ilmekleyen anılarını hatırladıkça anlatmış…

Hayran olduğum, yaptığı her işten etkilendiğim, ondan öğrendiklerimi daima temize çektiğim bu büyük oyuncunun anılarını, öldükten sonra televizyonda yüreğim burkularak, hüzünler içinde seyretmiştim. Son derecede çarpıcı, yalın bir ölüm manifestosu gibiydi. Kameranın karşısına geçmiş, o enfes bas-bariton sesi ile, geçmişi anlatıyordu, oyuncu enerjisinin hiç tükenmeyen coşkusu ile, yüzündeki gülümsemeyi asla düşürmeden…

Tato’nun filmindeki Mastroianni’nin sesi sonradan deşifre edilerek kitap haline getirilmiş ve kitap Can Yayınları tarafından Ayça Gülsoy’un mükemmel çevirisi ile dilimize kazandırılmıştı. Kitabı sevinçle edinmiş ve okumak için özel bir zamanı beklemiştim. Geçen yaz eşimle birlikte gezindiğimiz Yunan Adaları yolculuğunda, geminin güvertesinde, parlak Akdeniz güneşi altında bir solukta, engin hazlar duyarak okudum.
Tato, kitabın sonuna eklediği filmin yapım öyküsünde bir sevimli detayı öne çıkartmış; şöyle diyor:

“ Bizim çekim levhasının üzerinde yalnızca ‘M.M. – Otoportre’ yazılıydı. Bir gün Marcello tüm belgelerle birlikte, gelişigüzel kaydedilmiş kısa anılarını da izlediğinde, bu bölümlerin filmin ve kitabın girişini oluşturduğunu fark edene kadar bu başlık kaldı. İşte o zaman bölümüm son cümlesini tekrarlarken, bana dönüp:
“Hatırlıyorum, evet, hatırlıyorum… neden olmasın?” dedi.”

Kitabın en başına dönelim ve birinci episodu okuyalım; bakalım neler hatırlıyor yaşlı oyuncu:

YAŞLI BİR FİL GİBİ

Kocaman bir muşmula ağacını hatırlıyorum.

Günbatımında Perk Avenu’da, New York’un gökdelenlerine bakarken şaşkınlığımı ve büyülenmemi hatırlıyorum.

O sapsız alüminyum sahanı hatırlıyorum. Annemin bize onun içinde yağda yumurta pişirmesini.

Büyük bir plaktan gelen Rabagliati’nin sesini ve şarkısını hatırlıyorum: “Yüreğin saati – Böyle çalar – tik – tak”.

Clark Gable’ı, siyah beyaz perdede çok genç hatırlıyorum: Şöyle bir dönüp gülümsemesini – hergele müthiş sempatikti. Hangi filmdi? Galiba Accade una notte (Bir gecede Oldu) idi.

Dedemin ve babamın marangoz dükkanını hatırlıyorum. Dedem bir iskemle yapıyor. O tahta kokusunu hatırlıyorum, ah, o tahta kokusunu!

Almanların Üniformalarını hatırlıyorum. Tahliyelerini hatırlıyorum.

Bir keresinde uçan bir balonun içinde yaşadığımı düşlediğimi hatırlıyorum. Ya da belki bir uzay gemisinde.

H.G. Wells, Simenon, Ray Bradbury’yi hatırlıyorum.

‘Domenica del Corriere’deki renkli çizgi romanları hatırlıyorum. Tabii Flash Gordon’u da.

Fellini’nin bana Snaporaz diye ad takmasını hatırlıyorum.

İlk kamp yapışımı hatırlıyorum.

Çehov’u hatırlıyorum, özellikle kaptan Solenyi’yi, Üç Kız Kardeş’te ‘pio – pio – pio – pio’ deyip durmasını.

İlk kez dağları görmemi, karı, tattığım heyecanı hatırlıyorum.

Stardust’ın müziğini hatırlıyorum. Savaş öncesiydi. Bir kızla dans ediyordum, çiçekli bir elbise giymişti.

Peroni birasının eski reklamlarındaki atı hatırlıyorum.

Nohut çorbasının kokusunu ve tadını tam olarak hatırlıyorum. Ve Noel akşamı oynadığımız tombalayı hatırlıyorum.

Liberators’un korkunç gümbürtüsünü, Amerikan uçaklarının Roma üstündeki ilk bombardımanlarını hatırlıyorum.

Fred Astaire’in tüy gibi hafif zerafetini hatırlıyorum.

İnsanın aya ilk yavaş çekim dokunuşunu hatırlıyorum. Peki, ben neredeydim?

Torino’da ilk gördüğüm filmi hatırlıyorum. Ramon Novarro’un Ben Hur filmi. Altı yaşındaydım.

Kızım Chiara doğduğunda Paris’i hatırlıyorum.

Pirinç kroketlerini hatırlıyorum. Her gün satın almak mümkün değildi. 40 kuruşa satılıyordu.

İlk erkek şapkamı hatırlıyorum; Saratoga modeliydi.

Şarlo’nun komikliklerini hatırlıyorum.

Erkek kardeşim Ruggerro’yu hatırlıyorum.

Benden 2122 yıl önce ama benim evimden yalnızca iki adım uzaklıkta, Arpino’da, M.S. 106’da Cicero doğmuş. Dedem bununla övünürdü, bizim onunla hemşeri olduğumuzu söylerdi. Sonra da iç çekerek; “Vitam regit fortuna, non sapientia”, derdi. “Hayatı bilgelik değil, şans belirler.”

Bir yaz gecesi, yağmurun kokusunu hatırlıyorum.

Ulysses’in serüvenlerini hatırlıyorum: “Musa, şekilden şekle giren zeki adam.

Cassius Clay’in (‘Ağız’ denen adam) Frazer’le New York’ta kapışmasını hatırlıyorum.

Mimari çizim hocam, Mimar Ridolfi’nin beyaz kafasını hatırlıyorum.
Kızım Barbara’nın ilk desenlerini hatırlıyorum.

Tiber’i kaldırıp altından yol geçirme projemi hatırlıyorum…

Greta Garbo’nun ayakkabılarıma bakıp: “Italian shoes” demesini hatırlıyorum.

İlk içtiğim sigarayı hatırlıyorum. Hatırladığım kadarıyla mısır koçanından yapılmıştı.

Umberto Amcam’ın elleri hatırlıyorum, kerpeten gibi kuvvetliydiler, heykeltıraş elleri.

Gary Cooper beyaz smokiniyle Chez Maxim’s ‘e girdiğinde ortalığı nasıl bir sessizliğin sardığını hatırlıyorum.

Küçük bir istasyonu ve trenlerin gürültüsünü hatırlıyorum. İstasyondaki barın kasasını hatırlıyorum. Kasa “Dlin – dlin! Dlin – dlin!” yapıp duruyordu. “Konsomasyon”.

Marilyn Monroe’yu hatırlıyorum.

İlk sahip olduğum otomobili hatırlıyorum, bir steyşın Topolino idi.

Bu aptal tekerlemeyi neden hatırladığımı bilmiyorum: “Madam Dore’nin ne güzel kızları oh, ne güzel kızları.”

Artık görünmeyen ateşböceklerini hatırlıyorum.

Moskova’nın Kızıl Meydan’ındaki karı hatırlıyorum.

Düşümde, bana annemle babamın anılarını yanımda götürmemi söyleyen sesi hatırlıyorum.

Savaş arasında bir tren yolculuğunu hatırlıyorum; trenin tünele girmesini; her tarafı karanlık kaplamasını, işte o anda, sessizlikte, bir yabancının beni dudaklarımdan öpüvermesini hatırlıyorum.

Mistik bir sisin örttüğü ışıkların kesilmiş olduğu ve olağanüstü sessizliğe bürünmüş Kudüs’ü hatırlıyorum.

2000’de dünyanın neler yapacağını, neler olacağını görme arzumu hatırlıyorum. Ve orada bulunup aynı yaşlı bir fil gibi hatırlamak istiyorum, evet çünkü – hatırlıyorum – her zaman meraklı biriydim, böylesine meraklı…

Kertenkele avına gidişimizi hatırlıyorum – Ve sapanımı!

İlk aşk gecemi hatırlıyorum.

Hatırlıyorum, evet, hatırlıyorum ………………….



1 comment:

Anonymous said...

nasıl severim...
nasıl etkileyicidr...

tesekkurler...