Friday, January 11, 2008

* 37 *

Ginsui - rin
YAŞAR NABİ NAYIR’A


İstanbul, 4.1.1936

Çok aziz kardeşim,

Size bu mektubumla beraber bir hikaye de gönderiyorum. Bu hikayenin macerası biraz garip. İhsan Aygün bey denilen bir zat benden bin rica ile bir hikaye istemisti. Ben de kendisine “Stelyanos Hrisopulos Gemisi” diye bir hikaye vermiştim.
Yücel mecmuasına konacaktı. Geçen hafta İhsan Aygün beyden öğrendim ki, mecmua sahipleri yazımı kozmopolit bulmuşlar. Halbuki yazım siz de takdir edeceksiniz ki, çok humain bir yazıdır. Ve hatta mahalli renkli bir yazıdır. Bu adanın sakinleri Rum olmakla Türk olmamaları ve isimleri Hrisopulos olmakla insan yerine konmamaları lazım gelmeyeceğini benden ala takdir edersiniz. Hala ilan etmelerine ve yazımı koymamalarına karşın ben de kendilerine bir mektup yazarak bir küçük adanın balıkçılarını ve beni rahat bırakmalarını teklif ettim. Demek ki yazım mecmua sahiplerinin yahut mecmuanın karakteriyle imtizaç edemiyor ki iki aydan beri verildiği halde neşredilmiyor. Varlık’ın bu seferki nüshasına bu yazıyı behemahal koymanızı ve Yücel mecmuasının bu suretle bir emrivaki karşısında kalıp yazımı neşretmemesini
*1* istiyorum. Bana bunu yapınız. Bilhassa rica ederim.

Bu yazının bu nüshada çıkması benim için bir izzetinefis meselesi olduğu kadar çok şiddetli bir arzudur da… Çünkü bu hikaye ithafiyesiz olmakla birlikte yaşayan birine ithaf edilmişti. Ve derhal ona gönderilmesi lazımdır. Bunu benden esirgemeyeceğinizi ve bu nüshaya yazımı muhakkak yetiştireceğinizi bana vaat ediniz, çok rica ederim. Baki muhabbet ve selam kardeşim.

Sait Faik

*1* Sözü geçen hikaye Varlık Dergisi’nin 15 Ocak 1936 tarihli sayısında çıkmıştır.


Bu mektup dün gecenin ilerleyen sularında aniden çıkıverdi karşıma.
Kaç gündür Kafka’nın Aforizmalarını sıraladığı defterlerini, dura-kalka, ince eleyip-sık dokuyarak yeniden okuyorum.

Asla uzaklaşmayı, unutmayı, kaybetmeyi göze alamadığım yazarlar oldu hayatımda, o yazarların altını çizdiğim yazıları oldu.
Onların kitapları baş ucumdan hiç eksik olmadı, kimi tümcelerini ak kağıtlara kopya edip karşıma iğneledim. gözlerimi kaldırdığım anda görebileyim diye.
Kafka, onlardan biridir benim için, hiç değişmeyen önemi ve konumuyla.

Dün gece yarısı, bir yandan okuyup, bir yandan da üzerlerinde notlar aldığım aforizmaları sezemez hale geldiğimde, kitabı ve defterimi kapatıp bir yana bıraktım.
Ben, okumalarımdan doğan yorgunluklarımı, derhal farklı metinleri okuyarak dinlendiren biri oldum hep.
Anı / Günce / Mektup türlerini okumaktan aldığım önünde durulmaz hazzı bu disiplinime bağlıyorum.
Dün gece de öyle yaptım, yorulmuş, biraz dağılmış gergin zihnimi dengelemek, yenilemek üzere, sıkça geri döndüğüm eski Türk Dil Kurumu Dergi’lerinden Mektup Özel Sayısı’nı aldım elime, rastgele okumaya başladım ve birden irkildim.

Sait Faik’in 4.1.1936 tarihinde, Yaşar Nabi Nayır’a yazdığı mektubu sanki ilk kez okuyor gibiydim.
Mektubu üst üste birkaç kere okudum; şaşkınlığımı üstümden atamadım.
Öykülerini neredeyse ezberleyecek kadar çok okuduğum bir yazarımızdır Sait Faik…
Mutlaka gözümden kaçmıştı ya da okumuş da üzerinde durmamıştım…
Oysa, bu olasılık da pek geçerli değildi, çünkü yazarın mektubunda sözünü ettiği öykü, Abasıyanık yangınını yüreğimde tutuşturan, onun okuduğum ilk öyküsü idi.
“Stelyanos Hrisopulos Gemisi”…
Gecenin sessizliği iyice işledi iliklerime, ne budalalıktı, besbelli okumamıştım bu mektubu, çok kırıldım kendime.
Çünkü bu öykünün, ömrüm boyunca birbirini tekrarlayan, inanılmaz yaşanmışlıkları vardı.

Sanırım 50’li yıllardı, ilk mektep dört ya da beşinci sınıfı okumaktaydım ve çok net hatırlıyorum bir yaz tatiliydi.
Sıkı bir okur ve kitapsever olan dayım, üzerinde büyük süslü harflerle “Semaver” yazan boyutları küçümen, sayfaları sarımtırak saman kağıdından bir kitap tutuşturdu elime ve “Bu kitabı okumalı, yazarını tanımalısın!...” dedi.
Sesinin inceden ‘Emir’ sızdıran edasını hemen fark etmiştim…
Önceleri biraz zorlanarak ama giderek hızlanıp coşarak, bir çırpıda okuyup bitirmiştim bu güzel kitabı.
Bundan sonra Sait Faik’le aramızda, gemici urganları ile düğümlü, hayatımın bu demine kadar kopmadan, demir almadan süren, sürdükçe beni kendi serüvenine çekip sürükleyen bir aşk başladı.

Okuduğum kitaptaki öykülerden en çok;
“ – Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın.” diye başlayan “Semaver”den bile daha çok;
“Stelyanos Hrisopulos Gemisi” kaplamıştı yumruğum kadar çocuk yüreğimi.
Öykü, ihtiyar, fukara balıkçı Stelyo ve torunu, dostu, yol arkadaşı Trifon üzerine kurulmuştu.
“Her şey sevgi ile başlar” diyen yazarın buğulu insan sevdası tütüyordu her kelimesinden.
Bir garip, buruk, hüzünlerden haroşa örgülü, ihtiyar adam / çocuk; dede / torun birlikteliği…
Anası ve babasını üst üste yitiriveren Trifon, dedeciğinin bağrına emanet kalmıştı ve onu “dede” diye çağıracağına “baba” diye de ünlüyordu.

- Uyuyor muydun, Trifon?
- Uyuyordum ya… Balık var mı baba?
- Yok.. deniz sanki bomboş
- Neden acaba?
- Muhakkak bir canavar peyda oldu, Trifon. Yoksa bu vakit balık olmaz mı?
- Dede… Sen hiç canavar gördün mü?

Yalnızlıklarını, , yoksunluklarını, acılarını birbirlerine katık eden iki insancık…
Trifon, yavuklusu denizle, deniz için yontup, ekleyip, çakıp, yapıştırıp yaptığı minicik gemileriyle yırtıyordu ıssızlıklarının duvarlarını.

- Trifon, orada mısın?
- Buradayım!...
- Bir yere kaybolma sakın.
- Gemi yapıyorum.
- Yine mi gemi?
- Bu seferki ötekine benzemeyecek. Kocaman bir şey olacak. Akıntı gibi koşacak.
- Adını ne koyacaksın geminin, Trifon?
- Adını mı? Adını mı?... Şey… “Stelyanos Hrisopulos” koyacağım.

Trifon’un o güne kadar yüzdürdüğü en güzel, en afili gemi.
Tek başına bir çocuk Trifon, hiç arkadaşı yok.
Oysa ada yerlilerinin bir tomar çocuğu var, onlara Japon mağazasından alınıyor, pilli, motorlu oyuncak gemiler.
Ve bu şımarık veletler, Trifon, elinde salıverdiği sicimi, rüzgarın kanatlarına bırakmışken yelkenlisini, sadece eğlenmek için, gizlendikleri yerden taşa tutup batırırlar “Stelyanos Hrisopulos Gemisi”ni öykünün son cümlelerinde.

“Neden??!!...” diye sormuştum çocuk aklımla…
Dün gece “Neden”in ‘Neden’ini Sait Faik’in mektubunda bir kez daha buldum utanç içinde.
Neden olacak:
Bizden olmayan, bize benzemeyen taşlansın, ezilsin, batsın, yok olsun düşüncesinden…

Aradan yıllar geçti.
2000’lerin başında TRT dört bölümlük bir dönem dizisi yapmaya karar verdi.
Dizinin adı:
“Havada Bulut”
Projenin yönetmeni kadim dostum Tarık Alpagut, dizinin rol dağılımı için çağırdı beni.
“Havada Bulut” üzerine kısa bir açıklama yaptı, değerli yazar Ayfer Tunç, Sait Faik’in bir ayağı Tarlabaşı’na, diğeri Burgaz Ada’ya basan on adedi aşkın öyküsünü, üzerinde üç yıl çalışarak harmanlamış, birbirleri içinde evcilleştirerek görkemli bir senaryo yazmış.
Ben, Burgaz Ada ayağında oynayacakmışım.
“Tarık, lafı uzatma kimi oynayacağım?...” diye sordum.
Benim Sait Faik’ten vurgun yemiş biri olduğumu bildiği için, “Tamam uzatmıyorum Stelyo..” dedi…
Şu anda gün gibi hatırlıyorum; şakaklarıma konuveren terlemiş bir basınçla ve iyice emin olmak için, “Stelyanos Hrisopulos Gemisi” mi diye yineledim; dudaklarım titriyordu.
“Evet…” dedi Tarık…
Tarık’a ikinci sorum, “Kerim Usta (Afşar) ve Baykal Usta (Saran) oynuyorlar mı oldu…
Kerim Ustam, Yurt dışına gitmek zorundaymış, “fırsatı kaçırdım, çok üzgünüm” demiş.
Baykal Babam, “bana rolün adını söylemeyin ne verirseniz oynarım, kahvehanede çay içen adamı bile oynarım, ne zaman başlıyoruz?” diye sormuş.
O ikisi, benim oyuncu peygamberlerim, ikisi de hasından Sait Faik hastalığı çekerlerdi…

Kerim Usta, “Yaşasın Edebiyat” adı altında yıllarca kendi sahnelediği Sait Faik öykülerini tek başına oynamıştı…
Bütün provalarında yanında olmuş, çayını, kahvesini taşımış, terlemiş fanilalarını kurutmuştum…
Baykal Usta, başka bir alemdi bu hususta.
Herhangi bir Abasıyanık öyküsünden bir şey sorduğunuzda neredeyse ilgili cümleyi ezbere aktarırdı…
Ankara’da her ayın bir günü, iki peygamberimle buluşur rakı içip sadece Sait konuşmak üzere meyhaneye yollanırdık.

Çekimler başladı, artık Baykal Usta’mla birlikteydik Burgaz Ada’da
Yan yana tutulan iki evde gerçekleşiyordu çalışmalarımız.
Bol zamanlarda çalışılıyordu, enfes bir Ağustos’un ortasındaydık… Ada’daki Öğretmen Evi’nde kalıyorduk…
Akşam üzereleri Ustamla nevaleyi düzüyor, rakımızı tedarik ediyor, doğru Kalpazankaya’ya Sait’in üzerine oturup yazılarını yazdığı taşa kadar yürüyor, güneşi batırıyorduk birlikte…
Gene böyle bir akşam, Baykal Ağabey “Oğlum alpay, buraya bizi Sait çağırdı biliyor musun, bu işaret doğru okunmalı..” demişti, sesi hiç çıkmıyor aklımdan.
Ada’da çektiğim son plan gene Kalpazankaya’daydı.
Enfes bir yaz gecesinde bir köy düğünü çektik orada, kıyıda, Sait’in oturağının hemen yanında…
Aslında bu da Sait Faik’in gönderdiği bir başka işaretti, ama ben başıma gelecekleri bilmiyordum o tarihte.

Sevgili kızıma da Sait Faik sevdasını ben bulaştırdım, hem de okuduğum ilk öyküsüyle…
Daha küçücüktü, bir İstanbul gezimizde Elif’i onun müze evine götürmüştüm.
Çok heyecanlanmış, daha çok okumaya başlamıştı Sait’i…
Yıllar geçti aradan, büyüdü evlenmeye karar verdi ve düğününü Burgaz Ada Kalpazankaya’da yaptı…
Sait kendisini seven herkesi bir türlü çağırmış yan yana getirmişti Burgaz Ada’da…

Abasıyanık, mektubunda öyküsünü yaşayan birine ithaf ettiğini söylüyor, o kişi ben olamaz mıyım…

1 comment:

modjo said...

merhaba, sizi kalpazankaya'da uzun süredir göremiyoruz. tekrar sizleri aramızda görmek isteriz...