Monday, March 3, 2008

* 58 *


Tiyatronun büyüsü ile buluşmam, büyük Usta Muhsin Ertuğrul’un yönetimindeki Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sergilenen, özenle yaratılmış, usta oyuncular tarafından icra edilen, ender güzellikteki, çocuk oyunlarını seyretmekle başladı.
Ankara’nın uzak kıyılarına yeni kurulmuş bir mahallede

( Adı helen “Yenimahalle” diye anılıyor) ilkokula başladığım yıllardı onlar.
Babam, dar gelirli bir devlet memuru idi.
Annem ise cefakar bir ev kadını.
Böylesi ana - babaların kızları ve oğulları ile tıka basa dopdolu bir ilkokula gidiyordum her gün.
Maaşlarını almak için, aybaşlarını iple çeken ana-babalarımız, ‘Para’nın pek uğramadığı boş cüzdanlarını, umutları ve düşleriyle doldurup, yaşayıp giderlerdi.

Bu yüzden evlatlarına mucizevi güzellikte masallar anlatan ‘ana/baba’lardı onlar. ‘Daire’lerine giderken yıllarca giydikleri (her daim pırıl-pırıl boyalı) kunduralarının delinmiş tabanlarını bir kaç kere pençeletmekten utandıklarına hiç şahit olmadım.
Sanırım, bir tek Atatürk’ün istediği gibi çocukları yetiştirememekten korkuyorlardı.
Ama evlatlarını tiyatroya göndermek için para bulamamaktan pek utanıyorlardı.
Titayroya gidebilmek için öğretmenimin para topladığını bildirirdim babama çekinerek, yüzü kararır, bozarır, « yarın veririm !... » derdi usulca.
Bilmem nasıl bulurdu o minicik parayı, sanırım borç alırdı bir yerlerden, ama mutlaka verirdi.

Hiç unutmuyorum, kimi Çarşamba günleri öğleden sonraları, öğretmenlerimiz bizleri belediye otobüslerine istif eder, topluca tiyatroya götürürlerdi.

Ulus’taki “Küçük Tiyatro” diye bir yere giderdik...

Fuayesi tanımlayamadığım için bana bir garip kokan (Sonra öğrendim eter ve tutkal kokusu imiş o koku), mermer sütunlarla yükselen kocaman bir sihir kutusu...
Oyun başlamadan önce, oturduğum yerden kafamı kaldırır, salonu örten kubbedeki, Mimar Kemal’in akide şekeri renklerindeki cıvıl cıvıl vitraylarını seyrederdim.
Sonra ışıklar kararır, perde açılır, oyun başlardı...
Kent merkezinden uzakta yaşayan, üzüldüğü, üşüdüğü, hep acıktığı için yüreğime saklanan itilip-kakılmış ruhum, saklandığı yerden çıkar, oyunu coşku ile izlerdi.
Yanıtlar yağardı üzerime seyrettiğim oyun boyunca.
Hüzünlerimi, umutlu ürpermelerimi, acıkmışlıklarımı onaran, bana yol, yordam, gösteren sevgi dolu yanıtlar...
Oyun bitince, damağımda bir akide şekeri tadı, “Küçük Tiyatro”yu hiç ama hiç istemeden, minicik avuçlarımda kıvıldayan bir zafer duygusu ile terkederdim.

İşte o Çarşamba günleri benliğime mıhlamıştım ille de oyuncu olmayı.
Günü gelecek, oyuncu olacak, bir oyun anının karanlığında, kendini yalnız, itilmiş ve çaresiz hisseden bir çocuğu kucaklayacak, onu hayat kavgasının ışıl ışıl sıcağına davet edecektim.

O günlerin kararının üzerinden elli yıl geçti.
Şu anda yaşlı bir oyuncuyum.
Ama oynadığım her oyunu hala kendini yalnız, çaresiz ve umarsız hisseden bir çocuğa oynuyorum.
Bu gerçeği hiç değiştirmedim oyuncu hayatımda.
Zaten o hayattan başka bir Gerçek Hayat’a da sahip değilim.

İşte bu yüzden, tiyatronun “bir yaşama biçimi” olduğunu ileri süren, hayli bayatlamış bulduğum görüşü ardıma atıyor ve bir adım ilerleyerek, Gerçek Hayatın ancak sahne üzerinde yaşanabileceği inancını taşıyorum.
Benim için, her gün yaşadığım, gündelik düzayak hayat, sahne üzerinde ölçüp biçerek, ‘Can’ım ve ‘Beden’im yordamıyla yeniden tasarlayacağım Gerçek Hayat için bir malzeme yalnızca.
Sahne, özümde taşıdığım ‘Tanrı’yı ifade edebileceğim en somut ve en uygun uzam. Bu nedenle, oyunculuk gibi yüce bir meslek varken, insanlar nasıl başka işlerle uğraşıyorlar asla aklım almıyor.

No comments: