Monday, March 31, 2008

* 70 *


su başında durmuşuz
çınarla ben,
suda suretimiz çıkıyor
çınarla benim.
suyun şavkı vuruyor bize
çınarla bana.

su başında durmuşuz.
çınarla ben, bir de kedi.
suda suretimiz çıkıyor
çınarla benim bir de kedinin.
suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, bir de kediye.

su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, bir de güneş.
suda suretimiz çıkıyor
çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin.
suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, bir de güneşe.

su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.
suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.

su başında durmuşuz.
önce kedi gidecek
kaybolacak suda sureti.
sonra ben gideceğim
kaybolacak suda suretim.
sonra çınar gidecek
kaybolacak suda sureti.
sonra su gidecek
güneş kalacak,
sonra o da gidecek

su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
su serin,
çınar ulu,
ben şiir yazıyorum,
kedi uyukluyor,
güneş sıcak,
çok şükür yaşıyoruz.
suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, bir de ömrümüze.

Nazım Hikmet Ran

Tablo: Meral Sarıoğlu


Bundan tam 63 yıl önce bugün sabaha karşı doğmuşum...
Bu ışıltılı mavi sularıyla, çınarlı, kedili, güneşli yere geldiğim için
hep ama hep çok mutlu oldum...

Saturday, March 29, 2008

* 69 *



" ...İnsanların önünde duvar örülmüş bir gelecekle yüz yüze yaşamaları elbet ilk kez olmuyor. Ama insanlar daha önce bu duvarları sözün ve çağrının yardımıyla aşarlardı. Umutlarını oluşturan başka değerlere atıfta bulunurlardı. Bugün ise (kendilerini tekrar edip duranların dışında) artık kimse konuşmuyor, çünkü dünya bize uyarıları, öğütleri, dilekleri duymayan kör ve sağır güçlerce yönetiliyormuş gibi gözüküyor. Kısa bir geçmişte yaşadığımız yılların sergilediği oyun, içimizde bir şeyi yıktı. Ve bu şey de insanoğlunun bir başka insanla, insanlığın diliyle konuştuğu takdirde, onca insanca tepkiler yaratabileceğine yönelik o sonrasız güven duygusuydu. İnsanlar arasında sürüp giden uzun diyalog, artık kesildi. Ve diyalog yoluyla ikna edilemeyenlerin insanda ancak korku uyandırması da son derece doğaldır. "

Albert CAMUS



" ... Ormanda yolunu yitirmiş çocuklar gibi terk edilmişlik içindeyiz. Önümde durup bana baktığında, ne sen benim içimdeki acıları anlayabiliyorsun, ne de ben seninkileri. Ve senin önünde kendimi yere atsam, ağlasam ve anlatsam bile, biri sana cehennemi sıcak ve korkunçtur diye anlattığında cehennem hakkında ne bilebilirsen, benim hakkımda da ancak o kadarını bilebilirsin. "

F. KAFKA

Friday, March 28, 2008

* 68 *


Yorumsuz
Fotoğraf: Ömer Volkan Cüran, "Cumhuriyet Emin Patilerde"

Thursday, March 27, 2008

* 67 *


(...)
Yaşamak kolay iş değildir, hayatın sevdasında insanın dokusunu inceden inceye örmek herkese nasip olmaz...
Kimi zaman hayat kırkından sonra başlar...
Kimi zaman yetmişinden sonra..
Seksenini aşan kişinin ayrıcalığı ise bir başka imtiyazdır...
Kişi daha çok duyumsar, daha çok görür, daha çok işitir,daha çok algılar, daha çok sever, daha çok sevdalanır, hırpalanır, öfkelenir, paralanır, hayatın imbiğinden süzülmüş yaşamın sıcaklığında mutluluğun bilincini yılların deneyimleriyle değerlendirmesini öğrenir...

İlhan Selçuk

Cumhuriyet, PENCERE, 26 Mart 2008


Fotğraflar: Elif İzbırak Yavuz

Wednesday, March 26, 2008

* 66 *



Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirisi 2008

Tiyatronun kökenine dair birçok hipotez vardır ama benim bulduğum, masal formundan alınmış ve en düşünce-kışkırtıcı olanıydı:

Bir gece, şafak vakti, bir grup insan taş ocağında ısınmak ve hikayeler anlatmak için ateşin etrafında toplanmış. Birdenbire, içlerinden birinin aklına bir fikir gelmiş. Ayağa kalkmış ve kendi gölgesini kullanarak bir hikaye canlandırmaya başlamış. Taş ocağının duvarlarında ateşten gelen ışığı kullanarak gerçeğinden daha büyük karakterler yapmış. Şaşkınlıkla bakan diğerleri her yaptığını anlıyorlarmış. Güçlü ile zayıfı, can sıkıcı ile canı sıkılmışı, Tanrı’yı ve ölümlüyü…

Bugünlerde şenlik ateşinin yerini projektörün ışığı, taş ocağındaki duvarın yerini de tüm mekanizmasıyla birlikte sahne almış durumda. Tüm bu kurallara ve geleneğe dikkatlice uyan titiz insanlar olarak, bu hikaye bize tiyatronun başlangıcındaki teknolojiyi ve onu bir tehdit aracı olarak değil, birleştirici bir unsur olduğunu anlamamız gerektiğini hatırlatıyor.

Tiyatro sanatının hayatta kalması onun kapasitesine, yeni araçlarla ve yeni dillerle kendini sürekli yeniden keşfetmesine bağlıdır. Tiyatro kendi çağının büyük olaylarına tanıklık etmeyi ne şekilde sürdürebilir ve insanlar arasındaki anlayışı ve açıklık ruhunu nasıl yaygınlaştırabilir? Hoşgörüsüzlük, dışlanma ve her türlü füzyona ve kaynaşmaya direnen ırkçılık sorunlarına karşı, kendi pratiklerinde çözümler önererek nasıl kendini onurlandırabilir?

Tüm karmaşıklığıyla birlikte dünyayı anlatmak için sanatçı, yeni biçimler ve fikirler ileri sürmek ve bu kalıcı ışık-gölge oyununda insanlığın siluetini çekip çıkarma yeteneğine haiz olan izleyiciye güvenmek zorundadır.Ateşle oynadığımız, risk aldığımız doğrudur. Ama aynı zamanda bir şansı da yakalamış oluruz: Yanabiliriz. Ama aynı zamanda şaşırtabilir ve aydınlatabiliriz.

Yazan : Robert Lepage

Çeviri : Volkan Çağlayan

Bu bildiriyi, yarın akşam, AKM Oda Tiyatrosu'nda oynamakta olduğumuz "Savaş İkinci Perdede Çıkacak" adlı oyunumuz başlamadan önce ben okuyacağım...

Wednesday, March 19, 2008

* 65 *




zarf
Ağrıyan yerini tutar ya ademoğlu,

sen özlem diye elini götürünce yazıya,

yazdığının,

sözcük anlamının ötesinde,

yüreğini sıkan duyguyu tutmak isterdim ellerimle.

Gayri ihtiyari elim göğsümde okuyorum yazdıklarını.


özer aykut




Fotoğraflar: Neşe Şahin

* 64 *

Güzin Tezel
yol

yüzümü kavurdu uzak

dişlerimin arasında

sokağının kekemeliği

yüzüm elinde

kanayan kalbin

yalnızlığımdan

karşıya geçiriyor

ürkek bir kediyi

biliyorum

bildiklerinden

kanadında başka tüy

çok başka bir yere uçacak gün

dönecek geçmiş

11.03.2008 16.13 an a kara

özer aykut


Saturday, March 8, 2008

* 63 *



Ve kadınlar

bizim kadınlarımız

korkunç ve mübarek elleri

ince küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız,

avradımız, yarimiz,

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri

öküzümüzden sonra gelen

ve dağlara kaçırıp, uğrunda hapis yattığımız,

ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki,

ve karasapana koşulan

ve ağıllarda

ışıltısında yere saplı bıçakların

oynak ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan

kadınlar

bizim kadınlarımız.


NAZIM HİKMET RAN



Fotoğraflar: Faika Berat Pehlivan

Thursday, March 6, 2008

* 62 *



1 Temmuz 1742’de Dormstad’a dünyaya gelen Lichtenberg, Göttingen’de matematik ve doğal bilimler okuttu. Ama asıl önemi, bilimsel kişiliğinden çok içinde yaşadığı çağı ve kültürel ortamı acı bir dille eleştirdiği yergilerinden gelir. Bugün bile pek çok ülkede geniş bir okur çevresinde büyük bir ilgiyle okunan bu kara mizah ustası 24 Şubat 1799’da Göttingen’de öldü.


ÖZDEYİŞLER

*
Kitap bir aynadır: Yüzüne bir maymun bakarsa elbette bir havarinin görüntüsünü yansıtmaz.

*
Yeryüzünde, bin gümüş para için namussuz olmaya bu paranın yarısı için onurlu olmayı yeğleyecek adam yok gibi.

*
D’Alembert, gerçek iyi mantıklılığın bu mantıklılıktan cayabilecek kişilere yarayacağını söyler. Perspektif, körlerin görmesini sağlamaz.

*
Bir katili işkenceyle öldürdüğümüzde, bilmem çarptıkları iskemleyi döven çocukların yanılgısına düşmüyor muyuz?

*
Uzun süren bir mutluluk, en azından bu süre nedeniyle zayıf düşer.

*
Omuzlarının üzerine Katolik bir kafa yerleştiremeyeceklerini anlayınca, hiç değilse, Protestan olan kafasını kestiler.

*
Almanlar kitap yazarlar ama yabancılar da bu kitapları yazmaları için bütün gerekeni yaparlar.

*
Bugün güneşe benden önce doğması için izin verdim.

*
Günümüzde, üç nükteyle bir yalan yetiyor bir yazar yaratmaya.


*
İnsanın evrendeki en saygın varlık olduğu kanısına, bu konuda başka hiçbir yaratığın tersini söylemediğine bakarak uaşılabilir.

*
Bu kitabın, hemen tüm iyi kitapların genellikle yaptığı türden bir etkisi vardı: Bönleri daha bir bön, uslu kişileri daha bir uslu kılıyordu; binlerce kişi de değişmeden, öylece kalıyordu.

*
Doğrusunu söylemek gerekirse, İngiltere’ye almanca yazmayı öğrenmek için geldim.

*
Ciddi bir yüzle söylenen her sözde sağduyu olduğuna inananlar vardır.

*
Köpek en gözü açık hayvandır; oysa uyur bütün gün.

*
Eski deliklerden yeni bakışlar.

*
Öylesine yağmur yağıyordu ki, bütün domuzlar tertemiz oldu, insanlarsa çamur içinde kaldılar.

*
Terliklerine ayrı ayrı isim takmıştı.

*
Gerçekte yalnızca iki kişi vardı yeryüzünde çok sevdiği: Biri en büyük dalkavuğuydu, ötekiyse kendisi.

*
İlk insanlar üzerine çok yazıldı, birinin son iki insan üzerine yazması gerekir bir gün.

*
Şu adam öylesine akıllıydı ki, yaşarken başka bir işe yaramadı.

*
Neden şaşı olmaz hayvanlar? İşte insanın bir başka ayrıcalığı.

*
İnsana, bütün bütüne düşünceden yoksun olmak kadar huzur veren bir şey yoktur.

*
Bir kum tanesini bir evden önce gören şu dikkatli düşünürlerden biriydi.

*
Düzen bütün erdemlere götürür. Peki düzene nasıl gidilir?

*
500 yıldan beri, ülkenin hiçbir yanında, kimsenin sevinçten ölmediği ileri sürülüyor.

*
İngiltere’de bir avukat çift eşli olmakla suçlanan müşterisini, üç eşli olduğunu kanıtlayarak kurtarmış.

*
Soru: Kolay nedir, zor nedir?
Yanıt: Böylesi sorular sormak kolay, bunlara yanıt bulmak zordur.

*
Basılacak en son kitabın başlığını bilmek isterdim.

*
Bu yaşlı dünyanın son günlerinde hala böyle şeyleri yazmayı düşünmem herkesi şaşırtacak.


Çeviren: Enis BATUR

Tuesday, March 4, 2008

* 61 *



TRISTAN CABRAL
ŞİİRLER



ATASÖZÜ

Üç şey var ki gücüm yetmiyor
dört şey var hatta anlamadığım

gökyüzünde kuşun yolunu
yolunu yılanın taş üzerinde
denizde teknenin yolunu
ve erkeğin yolunu genç kadında

ama anlamak istiyorum seni
eli anlaması gibi tıpkı ipin
toprağın suyu anlaması gibi
denizi anlaması gibi kumun
ve ateşi anlaması gibi odunun



O ZAMAN

Ateş kuşları bırakacak gözlerimi bir gün
o zaman bir gökyüzü olacak okul çantamda
o zaman sarmaşıklar giyinecek kör gövdem
ölümsüz bir yatağa yatırın o zaman beni



EY YOLCU

Ey yolcu!
Ölümümle sev beni!
yataklarınıza göre değil yüksek ateşim
ve zindanarınıza sığmaz göklerim var
Ey yolcu!
Ölümümle sev beni!



KUM SATICISI

gezegenler dönüyordu gövdemin gecesinde
ve izliyordum sularda ölü sularda
bir maskeli atlıyı
soluk alamıyordu ateş baş döngüsü ellerimde
ve ağaçlar arasında gece mavisi çocuklar kayıyordu
şahinler yetiştiriyordum kurtarmak için geceyi
ayna kıvrımları arasında yitiyordu izler
ve yalnız bir yabancı geliyordu yollardan
okyanustan okyanusa çanta taşıyarak
gelip dayanıyordu kapılara gece
ve uyumak gerek diyordu Yabancı
az sonra çünkü yüz hırsızı geçecek

Çeviren: Özdemir İNCE
Fotoğraflar: Nigün KARA

* 60 *

evol 1314

OZANIN İŞLEVİ

Günümüz ozanı, bugün, bütün tehditlere, her zamankinden daha çok karşı koymak zorundadır; özellikle, gezegenimizin demir parmaklıklar, hapishaneler, dikenliteller, toplama kampları ve işkence odalarıyla kaplandığı bu çağda sessizliğin iğvasına karşı. Şu on otuz yılda ürküntü verici değişimler yaşadı dünyamız. Tüm insanlık bunalım geçiriyor. Artık ne model var, ne de cennet.

Bugün, giderek acımasızlaşan bir gerçek, uçsuz bucaksız sorumluluk ve sınırsız bir bunalımla karşı karşıyadır ozan.

Ozan, bugün iter Roma’da, ister Paris’te, La Paz’da, Dakar’da, San Fransisco’da, Beyrut’ta ya da başka bir yerde yaşasın, kurulu düzenin uşağı değilse eğer, kör ve sağır değilse, bağrının derinliklerindeki o yakıcı yalımı zorunlu olarak duyar. Bilir ki şiir yoksa çıkış ve kurtuluş yolu da yoktur. Şiirsiz ülkeler soğuktan ölmeye yargılıdır. Bizim Nazım bunu çok iyi biliyordu. Düzenler ve sınırlar ne olursa olsun şiir her zaman bir aşırılık olarak kalacaktır. Özgürlüğün sırt verdiği sonsuzluktur şiir. Zamana karşı, zamanın üzerinde ve gelecek zamanlar adına davranır ozan.

Ama nasıl ozan olunabilir günümüzde? Ne yapabilir şiir? Şiirin güçsüzlüğünün elinden ne gelir? Politik örgütlerle güncel yaşam arasındaki karşıtlığın giderek büyüdüğü bir evrende duvarlara çarpıyor ozan, sorunlar karşısında parçalanıyor.

Bununla birlikte, insanların karanlıklarında dolaşımını sürdürüyor onun silahları. Ateş hırsızı kimliğini koruyan ozan her yıkılışta ayağa kalkıyor. René Char’ın dediği gibi: “dünyaya gelip de hiçbir şeyi karıştırmayan insan ne saygıyla, ne de sabırla karşılanmaya değer.” Dünyanın yitirdiklerini, belki de, şiir kurtaracaktır.

Aimé Césaire’in dediği gibi ozanın silahları “tansıklı”dır: DÜŞ, AŞK, ÖZGÜRLÜK. Yıkımları, bozgunları, sakat sözcükleri ve yeni bir yaşam önerdiği için kovalanan sözcükleri, yollar boyunca aşması gerekmektedir.

Kaçınılmaz olarak toplumla bir uyuşmazlığı vardır ozanın. Militan olabilir, olmayabilir de. Vittorini, Togliatti’ye şöyle yazıyordu: “Politik gerekliliklerin dışında kalan gereklilikleri yapıtına koyabilen yazar devrimci yazardır; insandaki bu gereklilikleri sadece o ortaya çıkartabilir.”

Öyleyse ozan devrimcidir, ama politik değildir. Öyledir, çünkü bugün biricik insansal dil olan, imgelemin karşı-dil’iyle konuşur.

Böylece ozan, zorunlu olarak, bir gerilimdir, bir yönelimdir. Böylece şiir, zorunlu olarak çarmıha geriliş, can çekişme ve yeniden diriliş, dehşet ve coşku, kırağı ve güneş olacaktır. O çok eski bir bunalımdan fışkırır. Haykırışları cellatların küfürlerinden daha yüksek olmalıdır, en korkunç uykuları yaşamalıdır.

Uçurumun kıyısındaki gövde ve dans olacaktır şiir. Ve yeni mevsimleri, doğumları, kanlı düğümleri, çılgın şenlikleri, tertemiz kıyıları haber vermek zorundadır.

Hepimizin bağrında biriken killerin derinliklerinden, geceyi parçalayacak olan değerli taşları söküp çıkartacaktır şiir.

Bir “korkunç işçi”dir ozan. Gözyaşlarının, kanın, alçalma ve alçaltmaların ve yumrukların yağmuru altında çalışır.

Yeni kentin kurucusudur ozan.

Ve belki de özgürlüğe doğru güzellik sayesinde yol almaktadır

Tristan CABRAL
Nimes – Mayıs 1981

Çeviren: Özdemir İnce
Yazko Çeviri Dergisi, Sayı:6 Mayıs – Haziran 1982


Monday, March 3, 2008

* 59 *

daphnis

SEVGİ GÜLÜMSER

Küçük arslan yemek yerken

Dişi arslan gençleşir

Ateş kendi payını isterken

Toprak kıpkırmızı kesilir

Ölüm sevgiden söz ederken

Yaşam ürperir

Yaşam ölümden söz ederken

Sevgi gülümser

Jacques Prevert

Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu

* 58 *


Tiyatronun büyüsü ile buluşmam, büyük Usta Muhsin Ertuğrul’un yönetimindeki Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sergilenen, özenle yaratılmış, usta oyuncular tarafından icra edilen, ender güzellikteki, çocuk oyunlarını seyretmekle başladı.
Ankara’nın uzak kıyılarına yeni kurulmuş bir mahallede

( Adı helen “Yenimahalle” diye anılıyor) ilkokula başladığım yıllardı onlar.
Babam, dar gelirli bir devlet memuru idi.
Annem ise cefakar bir ev kadını.
Böylesi ana - babaların kızları ve oğulları ile tıka basa dopdolu bir ilkokula gidiyordum her gün.
Maaşlarını almak için, aybaşlarını iple çeken ana-babalarımız, ‘Para’nın pek uğramadığı boş cüzdanlarını, umutları ve düşleriyle doldurup, yaşayıp giderlerdi.

Bu yüzden evlatlarına mucizevi güzellikte masallar anlatan ‘ana/baba’lardı onlar. ‘Daire’lerine giderken yıllarca giydikleri (her daim pırıl-pırıl boyalı) kunduralarının delinmiş tabanlarını bir kaç kere pençeletmekten utandıklarına hiç şahit olmadım.
Sanırım, bir tek Atatürk’ün istediği gibi çocukları yetiştirememekten korkuyorlardı.
Ama evlatlarını tiyatroya göndermek için para bulamamaktan pek utanıyorlardı.
Titayroya gidebilmek için öğretmenimin para topladığını bildirirdim babama çekinerek, yüzü kararır, bozarır, « yarın veririm !... » derdi usulca.
Bilmem nasıl bulurdu o minicik parayı, sanırım borç alırdı bir yerlerden, ama mutlaka verirdi.

Hiç unutmuyorum, kimi Çarşamba günleri öğleden sonraları, öğretmenlerimiz bizleri belediye otobüslerine istif eder, topluca tiyatroya götürürlerdi.

Ulus’taki “Küçük Tiyatro” diye bir yere giderdik...

Fuayesi tanımlayamadığım için bana bir garip kokan (Sonra öğrendim eter ve tutkal kokusu imiş o koku), mermer sütunlarla yükselen kocaman bir sihir kutusu...
Oyun başlamadan önce, oturduğum yerden kafamı kaldırır, salonu örten kubbedeki, Mimar Kemal’in akide şekeri renklerindeki cıvıl cıvıl vitraylarını seyrederdim.
Sonra ışıklar kararır, perde açılır, oyun başlardı...
Kent merkezinden uzakta yaşayan, üzüldüğü, üşüdüğü, hep acıktığı için yüreğime saklanan itilip-kakılmış ruhum, saklandığı yerden çıkar, oyunu coşku ile izlerdi.
Yanıtlar yağardı üzerime seyrettiğim oyun boyunca.
Hüzünlerimi, umutlu ürpermelerimi, acıkmışlıklarımı onaran, bana yol, yordam, gösteren sevgi dolu yanıtlar...
Oyun bitince, damağımda bir akide şekeri tadı, “Küçük Tiyatro”yu hiç ama hiç istemeden, minicik avuçlarımda kıvıldayan bir zafer duygusu ile terkederdim.

İşte o Çarşamba günleri benliğime mıhlamıştım ille de oyuncu olmayı.
Günü gelecek, oyuncu olacak, bir oyun anının karanlığında, kendini yalnız, itilmiş ve çaresiz hisseden bir çocuğu kucaklayacak, onu hayat kavgasının ışıl ışıl sıcağına davet edecektim.

O günlerin kararının üzerinden elli yıl geçti.
Şu anda yaşlı bir oyuncuyum.
Ama oynadığım her oyunu hala kendini yalnız, çaresiz ve umarsız hisseden bir çocuğa oynuyorum.
Bu gerçeği hiç değiştirmedim oyuncu hayatımda.
Zaten o hayattan başka bir Gerçek Hayat’a da sahip değilim.

İşte bu yüzden, tiyatronun “bir yaşama biçimi” olduğunu ileri süren, hayli bayatlamış bulduğum görüşü ardıma atıyor ve bir adım ilerleyerek, Gerçek Hayatın ancak sahne üzerinde yaşanabileceği inancını taşıyorum.
Benim için, her gün yaşadığım, gündelik düzayak hayat, sahne üzerinde ölçüp biçerek, ‘Can’ım ve ‘Beden’im yordamıyla yeniden tasarlayacağım Gerçek Hayat için bir malzeme yalnızca.
Sahne, özümde taşıdığım ‘Tanrı’yı ifade edebileceğim en somut ve en uygun uzam. Bu nedenle, oyunculuk gibi yüce bir meslek varken, insanlar nasıl başka işlerle uğraşıyorlar asla aklım almıyor.

Saturday, March 1, 2008

* 57 *

Paul Mellender
Okuma Notları


*
“Otuz yıldır süregelen sanat uğraşı! Ardımda binlerce kitap, dergi. Ne mi kazandırdı bana? Öncelikle sıradan mutlulukların yedeğine kapılmamayı. İnancın, sevginin, açılmanın doğal sonucu olan acılar; salt bir reflekse dayalı gülüşten daha çok yaşattınız beni.”
Turgay Gönenç

*
“Ben, büyüklerin farkına varmadığı; ama çocukların yakaladıkları tragedyaların öykülerini yazma peşindeyim.”
Adnan Özyalçıner

*
“Insanı insan olarak, dünyayla ilişkilerini de insani ilişkiler olarak kabul ederseniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle, vb. Değiştirebilirsiniz. Sanatın tadına varmak istiyorsanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız; başkalarını etkilemek istiyorsanız, başkalarını gerçekten, çanlandıran ve yüreklendiren biri olmalısınız. Insanla-ve doğayla ilişkilerimizin her biri, gerçek bireysel hayatınızın belirli bir biçimde kendini göstermesi olmalı. Isteminizin nesnesine uymalıdır. Karşılığında sevgi uyandırmadan seviyorsanız, yani sevgi olarak sevginiz karşılığında sevgi yaratmıyorsa, seven bir kişi olarak dışa vurumunuzla kendinizi sevilen bir kişi yapamıyorsanız, sevginiz güçsüzdür, bir talihsizliktir.”
Göethe “El Yazmaları”

*
“Ben sizin yarım bıraktıklarınızı tamamlıyorum”
Dostoyevski

*
“Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman.”
Ahmet Hamdi Tanpınar

*
“Ne demiş uçurumda açan çiçek
Yurdumsun ey uçurum”

C. Süreya

*
“Tek başına iken her şey sana ait olur; yanında biri varsa yarısı.”
Leonardo da Vinci

*
“İnsan sanatçı olursa, zaten içi yeterince göçebedir”
T. Mann

*
“Reçete yazmak kolay, insanlarla anlaşmak zor.”
F. Kafka.

*
“Yalnızlık, büyük bir ışıktan düşünce gibi.”
Jimenez.

*
“ Karanlık benim güneşimdir.”
Albert Camus

* 56 *




“Saklamak, aldatmak demektir.”

“Düşümde aşk ile karşılaştım.. insanı arıyordu.
Uyandım, insan ile karşılaştım.. aşkı arıyordu.”


“İnanmadıklarını yazan yazardan aşağı insan yoktur.
Vardır...
İnandıklarını yazmayan.”


“İyi bir gazete kendisiyle konuşan ulustur.”

“Bilgi kişinin kafasını dolduranlar değil,
kafasından çıkanlardır.”


“Gerçek değer:
Gelmesi boşluk dolduran değil,
gitmesi boşluk yaratan.”

“Doğru, yaşca yanlıştan gençtir.”

“Adı, rengi, türü ne olursa olsun,
her gerçek dost, kişinin öbür yarısıdır.”

“Güçlü olmanın türlü yanları vardır,
dürüst olmanın bir tek.”


“Kör görenlerin düşündüklerini görür,
görenler, körün düşündüklerini görmezler neden?...”


“Doğuda elini kullanana güçlü derler,
batıda kafasını kullanana.”


“Korkaklar saklar,
aptallar sorar,
korkmayan örtmez,
yürekli söyler.”

“Kitap aydının bahçesi,
yobazın mezarı,
aymazın hücresidir.”

“Oyunda kahraman rolü yapmak için gerçekten kahraman olmak zorunluluğu yoktur.
Yaşamda kahraman olmak için oyuna sapmak zorunluluğu
yoktur.”

“Açlığı yok edecek doktrin mi bulmak istiyorsun?
Öyleyse ne politika yapar durursun.”


“Dünyadakilerin yarısı açtır.
Politika,
bölgedeki açları azaltacağını ileri sürüp,
dünyadakileri çoğaltan gecikmenin adıdır.”

“Akıllı politikacı “bilseniz neler yaparsınız” der ulusuna uyandırır.
Aptal politikacı “siz isterseniz neler yaparsınız” der milletine uyutur.”

“Sanatçı ıslık yaratandır,
dillerde ezgisi kalır,
adını aratandır,
ülkesi geçtiği sokak,
giderek vatandır.”

“Sanat politikayı yasaklayamaz, önleyebilir.
Politika sanatı önleyemez, yasaklayabilir.

“Dünyada sevgiye ilişkin ne varsa ben orada varım,
savaşa ilişkin ne varsa, ben orada yokum.”

“Kaptanlar limanlara, askerler siperlere sığınırlar gerekince.
Aydınlar şiirlere.”


“Türlü gerçeklerin gerekçeleriyle kurulur yalanlar.”

ÖZDEMİR ASAF